Egemenlik, egemen deyip duruyoruz. Peki, ne demek bu kelimelerin anlamı?
Egemen: Yönetimini hiçbir kısıtlama veya denetime bağlı olmaksızın sürdüren, bağımlı olmayan, hükümran, hâkim.
Egemenlik: Egemen olma durumu.
Bu
kelimeyi kullanıldığı yere göre farklı anlamlarla doldurabiliriz.
Egemenlik kelimesi kişisel anlamda, yani kişinin kendi iç dünyasındaki
devinimlerin kullanımı içinde kullanılabilir. “Kendine egemen”
diye bir cümle kurulabilir. Fakat kelimelerin anlamını dahi bilmeden
konuşan, çocuklukta ya da hayatta toplumsal öğretileri ile sorgulamadan
otomatik olarak hareket eden kişi iç dünyasına, kendine egemen olabilir
mi? Hayır! Neden? İnsan, farkına varmadan biriktirdiği bilgilerle
bilinçli hareket ettiğini zanneder. Evet, zanneder.
İnsan bilinçaltı
denen, onu hayatta tutan, hareketlerini otomatik yönlendiren bir akıl
motoru ile hareket eder. Bu motorun hareketlerindeki kalite ise, oraya
doldurduğu bilginin kalitesine bağlıdır. O bilgileri elden geçirmeyen ve
dizayn etmeyen kendine egemen olamaz. Kendini kandırır. Toplumsal
örfleri ile (doğru ya da yanlış) hareket eden kişi o bilgilerin
egemenliği altına girer.
Konuyu
kişiden bir millete bağlayalım. Çünkü hepsi birbirinin içinde. Konu
devletin egemenliği olduğunda, tıpkı kişinin bilinçaltının kalitesi
kişinin hareketlerinin kalitesini belirlediği gibi bir devletin
eylemlerini de toplumu oluşturan bireylerin hüküm, yaşayış ve bireysel
egemenlik kalitesi belirliyor. Bilinçaltı bilgi parçalarından oluşuyor.
Devletinki de insanlardan. Devletin bilinçaltı, onu oluşturan kişilerin
hareketleridir de diyebiliriz.
İki varlığın hayattaki yaşayışını bir değerlendirelim...
Devlet denen yapıyı kurmak ve yönetmek tıpkı bir aileyi kurmak ve yönetmek gibidir. Sadece, devlet daha karmaşık bir yapıdadır. Bunu biraz açalım. Aile birçok kişinin oluşturduğu bir yönetim ve hukuk sistemi gibidir. Devletin milletine hizmet etmesi gibi temelde aile de içindeki kişilere hizmet eder. Kültürümüzde aile kurumu monarşi, yani kısaca bir baş ile yönetilir. Bu başın dışındakiler söz sahibi değildir. ‘Rab ve kul’ ilişkisi gibi çalışır. Aile bireyleri kendi egemenlik haklarını yönetmek için yönetime katılamaz, dâhil olamaz. Bu durum devlete de yansır.
Zira, kişilerin hareketleri kültür adı altında devletin hareketlerine
sebep olan bilinçaltını oluşturur demiştik. Yönetime geçen yönetici
bilinçaltında var olan, yönetimle ilgili olan bilgi ile hareket eder.
Monarşi… Demokrasi yalanını söyler ama dayandığı yer bilinçaltıdır. O da
‘Rab ve kul’ mantığıdır.
Yöneten bu bilinçaltından hareket ediyor ise yönetilen ne yapıyor? O da kendi kültürel bilinçaltına danışıyor. Tıpkı ailedeki monarşiye boyun eğdiği gibi egemenliğini yöneticiye kayıtsız şartsız devrediyor.
Egemenliğini her gün hayatında geçirdiği/yaşadığı sahada yaptığı gibi
kendiliğinden devrediyor. Başka bir eylemde bulunmasını beklemek hayal
olur sanırım.
Toplumu yönetmeye çalışan sistem sanki tepeden inmeymiş gibi görünür. Aslında yukarıdaki denklemden dolayı aşağıdan gelen bir kültürdür. Hmm...
Ailedeki
kararları eleştiren bir birey, ailenin tüm imkânlarından mahrum
bırakılır. Aileden bile dışlanabilir. Buradaki yöneticinin amacı bireyi
yaşam imkânlarını elinden alarak susturmaktır. Şöyle de düşünebiliriz; yönetici mal benim, aile benim, kurallar benim, imkânlar da benim
der. Kendi kurallarını koymak istiyorsan git kendi imkânlarını yarat da
der aynı zamanda. Ki, bu onun doğal hakkı olarak da sayılabilir. Bu ego
yönetimin şeklini belirler ve diğer bireylerin egemenlik haklarını yok
sayar. Kendi egemenliğine hizmet etmeyen her bireyin egemenlik anlayışı
yok sayılır. Çünkü kelime anlamı olarak bilmese de yönetici diğer
bireyleri kul olarak görür. Tabi, bireyler bu kültürü bireysel olarak
hayatın her alanında ve her anlamda reddetmediği sürece…
Yani, kişi teslim olmadığı sürece kimse ona egemen olamaz. Musa, Firavun ve İsrailoğulları kıssasındaki hisse de budur.
Bu sisteme hayatta bakalım. Test edelim.
Osmanlı,
toprak kaybetmeye başladığı son dönemlerde kendi içenden çıkan bir halk
Yunanistan'ı kurdu. O zamanlar bu olay Osmanlı halkının zoruna gitti. ‘Dünkü tebaa’
diye küçümsediler. O dünkü tebaa ordusu ile İzmir'den Anadolu'ya
dalıverdi. Peki, bu Yunan bağımsızlık ilan ettikten sonra Anadolu'ya
dalana kadar biz ne yaptık?
O sıralar sultana kul olmak ile meşguldük.
Sultanın yönetimini sorgulamıyorduk veya yeni yeni kıpırdanmalar
başlamıştı. Devlet'in başındaki yöneticinin kendini yücelttiği, halkı
kul görme algısı devlet yöneticisinin bilinçaltındaki problemdi. Aslında
milletin kültürel yaşayış hatasıydı. Çünkü bireyler bu sistemi her alanda yaşantıları ile destekliyordu.
Osmanlı’nın çöküşünü neden durduramadık? Hep hata başkasındaydı çünkü.
Bu davranış biçimi yönetici ve bireyin her zaman yaptığı şeydir zaten.
Yönetime bireyleri doğru yöntemle katmadığı için hatayı bireylere
paylaştıramaz, bireyler de bilgiyi doğru yöntemle öğrenip uygulamadığı
için sorumluluk alması gerektiği yeri idrak edemez. Kalıplaşmış,
sorgulanmayan örf, gelenek, töre ve kültürün doğru bilgilere dayanması
çok mühim bir konudur. Fıtratı, yani hayatı kuşatmayan bilgi insana bir fayda vermez.
Osmanlı’nın çöküşü ile ilgili dış mihraklar meselesi
de vardır. O zamanlar da Amerikan, İngiliz, Fransız mandası olmak
isteyen aile bireyleri çok fazlaydı, unutmayalım. Kendi egemenlik ve
yönetim sorumluluğunu eline almak yerine başkasına devretme gönüllüleri…
Aileye evlilik dışı baş ithal etmek isteyenler vardı. Aslında yönetimdeki hatanın sebebi bizde idi. Halkta... Tıpkı İsrailoğulları gibi.
Fakat
sorumluluğu üzerine almak, egemenliğini kendi belirlemek isteyen aile
bireyleri de vardı. Anadolu'da meclisi kuranlar. Atatürk önderliğinde
kendi geleceklerini kendi yönetmek isteyenler.
Bakalım, bu aile bireylerinin başına ne geldi.
Bu
gün de dâhil, her devlet gibi Osmanlı da devlet yapısını hazine
sayesinde ayakta tutuyordu. Hepimiz biliyoruz ki, Anadolu'ya son
geldiğimizde dımdızlaktık. Ertuğrul Gazi bir meclis kurdu. Vergi verdik,
savaşlarda kanımızı dökerek ganimetlerin bedelini ödedik. Bu ailenin tüm varlığına ortaktık ve 600 yıl kadar da aile için çalıştık. Bütün her şeyine en az yöneticisi kadar ortaktık.
Dünkü Osmanlı tebaası İzmir'e çıktığında onların varlığını küçümseyerek yok sayamayacağımızı anladık.
Peki, ailenin yöneticisi ne yaptı? Aile bireylerinin egemenliğini, çekyatını, yatağını onlara açtı! Bir "Allah'ın gökten gönderdiği yardımcılar" demediği kaldı! Eğer deniz yoluyla gelmeseydi emin olun onu da derdi. Meclisi kuran asi aile bireyleri
için bu doğal olarak hazmedilemezdi. Ayaklandılar. Yukarıda da
bahsettiğimiz gibi doğal olarak aile yöneticisi, ailenin imkânlarını bu
bireyleri susturmak için kullandı. Halife, hazinenin ailenin ortak malı
olduğunu düşünmedi bile. Ne kendinin, ne de devletin bilinçaltındaki
kültürde var mıydı öyle bir şey? Tabi ki yoktu. Bireyler de her fırsatta
yönetim yaptığı sahada kendini sultan, diğerlerini kul görüyordu.
Asilere karşı Halife ordusu
kuruldu. Ailenin asi evlatlarının da biriktirdikleriyle kurulmuştu bu
ordu. Asi evlatların üzerine yollandı. Doğal sonuç olarak, haklarının peşinde koşanlar bunları ezdiler.
Diğer bir tarafta, ailenin içerisinde kendi menfaatlerini korumak
isteyen, ağalık ve şeyhlik monarşisini sürdürmek isteyen ve bunu, aileyi
İngiliz ve Fransız’a peşkeş
çekerek yapmak isteyen başka aile bireyleri çıktı. Zannetmeyin ki,
halifenin emrine uydular. Asiler meclis kurmak istiyorlardı ve o meclis denen "illet”,
egemenliği kişinin kendi eline veriyordu. Bak sen şu asilere! Bu
yancılar da Ankara'daki asilerin üzerine yürüdü. Daha önce olan doğal
sonuç onların da başına geldi. O peşkeşçiler de ezildi.
Meclisi kuran asiler aslında dımdızlak ortadaydı. Tıpkı Anadolu'ya en son gelişlerindeki gibi... 600
yıldır döşeğini korumak için canıyla ve malıyla biriktirdiği hazine ve
silah, kendisine "Rab" diyen ve öyle zanneden zevatın elinde kalmıştı.
Ne yaptı bu asiler, halife'nin ve diğer yancı şeyh-ağa takımının "kâfir"
dediği asiler? Ertuğrul Gazi’nin meclisini Osmanlı İmparatorluğu haline
dönüştüren o millet yeni bir gücü emeğiyle oluşturdu. Kurtuluş
Savaşı’nı veren orduyu kurdu.
Bir
devletin yönetiminin önemsenmemesinin, o varlığın nasıl kullanılıp
yönetildiğiyle ilgilenmemenin cezası ağır bir tecrübe ile ödendi.
Millet, kendi namusunu korumak için verdiği mücadelede daha Yunan'a can vermeden, kendi parası ile aldığı kurşunlar kendi canını aldı!
Kimisinin canına bu kurşunu Halife ordusu sıktı, kimisininkine ağalar,
şeyhler. Egemenliğini başkasına teslim edenin geri almak için ödeyeceği
bedel budur işte! Anlayana tabi…
Yeri
gelmişken; bugün yarın yine, meclisteki işleri gelecekte beğenmeyecek,
asi sayılacak aile bireyleri de kendi kurşunuyla vurulmasa iyi... Kendi
parasıyla alınıp gözüne gözüne sıkılan biber gazı sayılır mı sayılmaz mı
bilemem...
Anadolu'dan
Yunan sökülüp atılarak denize dökülmüş, Sultan İngiliz gemisiyle ile
kaçmıştır. Musa'nın düşmanlarının denizde yok oluşu gibi…
Yalnız, bizim milletimizin hikâyesi İsrailoğulları’ndan biraz farklı. Biz bedel ödedik. Kendi yarattığımız firavunumuzu kendimiz kendi ellerimiz ile boğduk. Canımızla. Bizde yılana dönen asa yoktu.
Çekirge sürüleri ne Yunanistan'ı, ne İngiltere’yi, ne de İstanbul'daki
sarayları sardı. Ne meclistekiler, ne de bu savaşı verenlerin elleri
ışık saçıyordu. Ayakta çarık, manda kollarıyla, tahta süngülerle,
tornadan geçmiş top mermileriyle ve daha neler nelerle… Bunu nasıl
becerdiler? Emekle! Çalışarak! Yapacakları işin bedelini önceden ödeyerek. Kredi kullanarak değil. Kredi tüketen Musa'nın Yahudileriydi. Biz değil.
İlk yazının başında söylediğim gibi, din adamları olayları biraz farklı
anlıyorlar. Tanrının yeryüzüne yerçekimi kanunu gibi koyduğu, “doğru yöne harcanan emek” kanununu pek deşifre etmiyorlar. Herkes inancına göre davranabilir. God da diyebilir, kuantum da diyebilir, Nirvana ya da tabiat ana… Ama bu emek kanunu değişmez. Tabi anlayana...
Kurtuluş mücadelesi verilirken, atalarımız göğüs göğse Anadolu’da Yunan'la boğuşurken, İsrailoğulları’nın Musa'ya "sen geldin, başımız derde girdi” dedikleri gibi, İstanbul basını da “maceracılar”, “Bunlar bizi rezil edecekler” gibi görüşler, başlıklar atıyordu gazetelere. Yunan denize döküldükten sonra aynı gazetelerin başlıkları ve köşe yazarları “Bu bir mucize!” demiştir.
Atatürk bu gazeteler ve köşe yazarları için şöyle der: “Kimi basın bu yaptığımıza mucize diyorlar. Beyler bunu biz yapmadık mı?"
Atatürk'ün
Yahudileri biraz farklıydı dediğim gibi. Hepsini zannetmeyin farklı
olanlar. Sadece bedel ödeyenler farklıydı. O günkü İsrailoğulları’nın
kültürel bilinçaltını taşıyan bu mucize bekleyenler farklı değildi.
Onlar bilakis, o çağdan bu çağa hala aynı yaşıyorlar ve değişmediler.
"İsrailoğulları
lânetlendiler. Peki, sebepleri soyları mıydı? Topluluk olarak tek bir
soydular. Fakat bu onların ismi. Lânetlenen ise, karakterleri. O
karaktere sahip oldukları için lânetlendiler. İkiyüzlü oluşları ve
başkalarını da kendi kültürlerinde bozmaları yüzünden." diyerek lânetlenmeyi hak eden bir birey ya da toplum tipi olarak tanımlama yapmıştım bir önceki yazımda.
Cumhuriyet
kurulduktan sonra ailedeki haklarını arayanlar meclisi kurarak, yönetim
bilmeyenleri, mucizecileri, peşkeşçileri ve onları takip edenleri
meclise bağladılar. Meclise bağlanmak bunların çok zoruna gitti. Egemenliğinin kendi elinde olması insanın neden zoruna gider, anlamam. Anlamadım da zaten. Sultana, ağaya veya şeyhe egemenliğini teslim edenler meclise kul olsalardı ne olurdu sanki?
Fakat onlar kutsal sayabilecekleri insanları ancak ilah edinip onlara
kul olabilirlerdi. Nitekim İsrailoğulları’nın gizliden gizliye
inandıkları ve Musa'nın arkasından yaptıkları altından boğa Apis gibi ilk fırsatta meclisi sultan bozması ağa ve şeyhlerden oluşan temsilciler ile dolduracaklardı.
Korkarım, İsrailoğulları gibi lânetlendiğimizin resmidir.
Devam edecek...
OĞUZ DOĞRUYOL
odogruyol [*] gmail.com