Sayfalar

4 Mayıs 2012 Cuma

#01 TEMELLER (Made it - Name it)

Siyasî Hareket
made it name it.doc
Amerikalıların çok beğendiğim bir sözü var. “We made it, you name it.” derler. Yani, “Biz yaptık, adını sen koy.”
Herhalde bunun bizdeki en yakın muadili
“Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.” sözüdür. 
Ama bu İngilizce sözün içeriğinde vurgulamak istediğim
ince bir fark var. Buna sonra değineceğim...

Şimdi...
İkide bir ansiklopedik bilgi olarak siyasi partilerin 1700'lere varan o meşum tarihini insanların kafasına kafasına vurmanın hiçbir yararı yok. Aslında çok konuşmanın hizmet ettiği bir amaç da yok. Siyasî hareket nedir, en kaba haliyle onu irdeleyelim önce. Bir sorun vardır, bir halledilmesi gereken mesele vardır ya hani... Hah, işte o mesele belli bir kitlenin canını sıkmış, belki de yakmış olsun. Bu kitle kısa sürede kendi içinde etkileşime girer. Kendi zamansal, dönemsel karakteri olan bir tartışma ve fikir paylaşımı atmosferi doğar. Bunun en basit tanımı paradigmadır. Paradigma denen şey yılları alabilir, nesilleri tüketebilir. Elbette paradigmayı canlı tutan da, ona ölümsüzlük ve işlerlik kazandıran da düşüncenin yazıya dökülmesidir. (Buraya mim koyalım). Çözüme yönelik bir şeyler – ideoloji başlığı altına girenlerdir bunlar – olgunlaştığı andan itibaren kitle de bir anlamda hazırsa, eyleme yönelik örgütlenme ortaya çıkar. İşte, en kaba haliyle bir siyasî hareketin doğal oluşum süreci budur. Günümüzde çokça putlaştırılan lider kişilik de aslında bu paradigmanın içinden doğal olarak sivrilir. Bu arada paradigma filizlere de ayrılabilir ki, düşünsel ahlâkı reddetmemiş toplumlarda buna tahammül etmek meziyetten sayılmaz.  

Bu türden süreçler Fransa’da Jakoben, Rusya’da Narodnik, Osmanlı’da Jön Türk diye bilinen nesilleri ortaya çıkarttı. Bizdeki neslin kendine has ilerleyişi sonucunda ortaya çıkan o müthiş damıtma numunenin kim olduğunu söylememe gerek yok sanıyorum… O en kusursuz son mahsul, bu büyük milletin tarihinde ve belleğinde hak ettiği yeri almıştır.

Demokrasiye gelince… Zekânızla dalga geçme edepsizliğinden uzakta durup demos kratos geyiklerini bir kenara bırakıyorum. Demokrasi, bir yerde yaşayan halkın, yaşadığı ıstıraba son vermeye karar verip zalime baş kaldırmasıdır. Gasp edilmiş hakkını bir biçimde geri almasıdır. Ve mücadeleyi meşru zemine oturtup zalime haddini gerçek anlamda bildirmesidir. Geriye kalan, bu haklı ve şanlı mücadelenin gelecek nesillere doğru aktarılmasından ibarettir. Bu tanıma bakılacak olursa, Anadolu’da yaşanmış en mükemmel demokrasi örneği aslında, 1919–1938 Türk Devrimidir. 
Haliyle, yok efendim çok partiyle, yok efendim zırt partiyle demokrasi olur görüşü karşısında gülüp geçeriz. İçi boşaltılmış lümpence tepkilere ise, “Demokrat senin babandır!” cevabını yapıştırmak bence vacip kaçar.

Bu noktada erken bir toparlama yapacak olursak, siyasî partilerin demokrasinin vazgeçilmez unsurları olduğu tezinin artık ne kadar kof hale geldiğini anlatmak nafile… Zaten bu cümleyi size en çok söyleyecek olanlar da –  işi düşenler iyi bilir – siyasî şubede size yardım ederken mesafeli tavır takınmaya çalışan genç memurlardır. Ne yapsınlar garibim?

Siyaset nedir peki?
Aysun Kayacı desem… Çoban desem… Oy desem…
Üstüne bi’biskrem versem, yine yetmez.  
Bu manken kızımızın başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Belki de zavallının bütün amacı Platon’dan beri devlete dair tartışıladuran bir konuyu gündeme getirmekti. Ama siyaseti bilmemesi onu bir numaralı halk düşmanı yaptı.

Peki, diyelim şöyle buyursaydı manken:
“Benim oyumla bir profesörün oyu bir! Bu haksızlığa gelemiyorum. Oy kullanırken vicdanım rahat değil.”
Bakın, aynı felsefî konu!
Sonuç
: Aysun Kayacı halkın sevgilisi! 
(Yoksa, görüşün doğruluğunu, yanlışlığını tartışmıyorum. Bunu fark ettiyseniz, okumaya devam ediniz).

Siyaset, meramını anlatma sanatından başka bir şey değildir aslında. Ama gerekli donanımlara sahip olmayan, kafasının içindekileri (isterse vahiy gelmiş olsun) hayatla buluşturamayan, etrafında nitelikli ve yüksek ruhlu insanları barındıramayan kişi meramını anlatamaz. Halka ulaşamaz. Ezik bir tavırla suçu başkasına atar. Suçlamadan nasibini ilk alan elbette halktır. Halk onu anlamamıştır. Tabi, bu kişi siyaset adamı değil, adî politikacıdır. Her ikisinin sözlük anlamları aynı ise de bu farkı gözetelim. Siyaset ve devlet adamı, hele bir de devrimciyse iki yumurta üç dirhem çökelekle kar kış kıyametin ortasında Ankara’ya yol alır. Politikacının ise, çok bariz belirleyici bir özelliği vardır: mumu yatsıya kadar yanar!


***


Hâl-i pürmelâlimizin kısa tarihi
Özellikle 1821 Mora İsyanı’ndan itibaren Hazar’ın batısındaki her yerde yoğun Türk soykırımlarının görüldüğü şüphe götürmezdir. Abşeron’dan Tiran Denizi’ne kadar inanılmaz sayıda Türk katledildi, göç ettirildi, ölüme terk edildi… Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü sınırları jeopolitik olarak dayanılabilecek en güdük ve nihaî sınırlardır. Bugünkü dar Anadolu ve Güneydoğu Trakya, geçen zaman içerisinde Kafkaslardan, Balkanlardan, güneyden ve kuzeyden kaçıp kurtulabilenlerin akıp biriktiği bir hunili kap işlevi gördü. Fakat sığınmak çare olmadığı gibi, yok olmanın eşiğini bile yaşadı bu halk. Dahası bizler; sürekli, kesintisiz, her yönden ve her biçimde gelen saldırılara maruz kalan, sığındığı yerde bile rahat yüzü görmemiş insanların, güç belâ kefeni yırtmış olanların çocuklarıyla bugünlere vardık. Çiçek gibi açıldığımız 1923’te bile, 1915’te çiğnenen, heder edilen güzelliklerin yokluğuyla boynumuz büküktü aslında.Uğradığımız katliamların şiddeti ve etkisi öyle sarsıcı oldu ki, kültürel kalıtımda kopukluklar meydana geldi. Habur’dan İpsala’ya, kapı eşiğinden TBMM’ye, yaşamakta olduğumuz abukluklar silsilesinin en büyük sebebi aslında bu. 

Neyi kastediyorum? Farkında mısınız, hiçbir iddiası olmayan
kutu binalarda yaşıyoruz. Bir aralar binaların güya araç garajı olması gerekiyormuş ama cüzi miktarda cezaları ödeyen müteahhitler bu külfetten (!) kurtulmuş. Sokakları insanlar değil, arabalar işgal ediyor, malûm…

Fırıncımız ekmek koyacağı poşeti açmak için parmaklarını diliyle ıslıyor. Güvenlik görevlisi dedektörde öten çantanızı işaret edip, içinde ne olduğunu size soruyor.

Hani, fiş de almasan meselâ…

Anarşis
t öğrencilerimiz kurban bayramı tatilinde eylemi bırakıp memlekete koşuyor, komünistimiz Marlborosundan vazgeçemiyor, İslâmcımız kendini kâr payı ile kandırıyor… Türkçümüz zaten, maşallah internette otağı kurmuş, dört nala bozkırın altını üstüne getirir durur! Açıkçası uzunca bir süredir her şeyin en koftisi bizde…

Bu ülkenin tuvaletleri berbat halde! İnsanın, acziyetin doruklarında savunmasız kaldığı o daracık dört duvarda bile bir şeyler ters!

Çok da öyle ne yaptığımızın farkında olamadık pek. Bir çocuk yuvasında dönen pislikler ifşa olunca o şehir utancından sessizliğe gömüleceğine isyan ediyor. Kime? Neye? O çocukları terk edenler kimlerdi?

Yaşamasını diyorum, bilmiyoruz! Yaşadığımız hayata kıymet de vermiyoruz. Aile yaşamından tribündeki hallere kadar fena halde sersemlik içindeyiz. Bakışlardan kıl olup toplu halde adam dövecek şekilde büyüyen çocuklar neyin huzurunu yaşayacak ve yaşatacak?
Neden mi böyle? Katliamın travmasından kurtulabilmiş değiliz.

İç karışıklıkları, seyrek saldırıları geçiyorum, Britanya adası herhalde 1000 yıldır istilâ edilmedi. Sıradan bir İngiliz’in 200 yıllık bir evde oturması olağandır. Panayır yerinde
dedesinin dedesinden kalma Viktoryen dönem porselen bir tuzluğu doğru fiyattan satmak için normal koşullarda yetişmiş olması yeterli. Bu onun yetişme kültüründe var. Zaten bu tip sergi/müzayede işleri orada mahallî sayılır. Oysa, bizim topraklarda aile hatırasından iz kalmamış gibidir. Komşulardan biri Yunan’la, öbürü Fransız’la, bir diğeri Rus’la işbirliği yapıp daha ne olduğunu kimse anlamadan o eve girip kadın çocuk kimi bulduysa katledip yağmaladı! Soy sop kurudu, bahçe bostan dağıldı…

Eh, bizde vaftiz müessesesi de yok. Doğan çocuğun ismi mümkünse eğer, evdeki mushafın boş sayfasına yazılmış. O mushaf da yandı gitti onca fel
âketin içinde… Önemli bir aileden değilseniz 19. asır başlarına kadar şecereyi ortaya koymak büyük şans!

Müthiş bir dirayetle ayakta durduk ama bunun çok ağır bedelleri de oldu.

Bugün, kendimize has sakatlıklarımız küresel kapitalizmin sokuşturduğu yozlukla başarılı bir şekilde harmanlanmıştır. Feysbukta Hz. Peygamber’in mührünü paylaşmayan kâfir, Türk Bayrağı’nı beğenmeyen haindir!
Hâlimiz hep olağanüstüydü ve hayata karşı duruşumuz daima “teyzeye evet de”, “adım şu de”, “teşekkür et abiye” dürtmeleriyle biçimlendi. Bizden öncekilere verilmediği gibi, bize de kendimiz olma şansı çok tanınmadı. Öylesine tanınmadı ki, o hakkı isterken yaşanan abuk sabuk sıkıntılar ömürleri törpüledi. Bu kadar ağır bir sıkışma duygusu hayatın her alanında aşırılıkla telafi edilir oldu. Tabi, bunun sonu gelmez… Oysa, özgürlüğün anahtarı özgün olmaktır.

Ne var ki, bunca yanlış ve sapma sebep değil, sonuç. Şikâyet edip dertlenmeyi, kafası bir şeylere basmaya yeni yeni başlayan sivilceli ergenlere bırakın…

***
Kural 1: Sakın panikleme!
Kural 2: Sakın pinekleme!

Cehalet okumamışlık değildir. Bilgisizlik de değildir. Cahil insan, bir bakıma insan değildir. Bazı insanî melekelerden yoksundur. Utanmaz, vicdana gelmez, çiğ yaşar… Sakınma dürtüsü de yoktur. Ve maalesef, yetişkinlik öncesi belli bir yaştan itibaren bu artık onun kaderi gibidir. Bazı duyarlılıklar dışında kalp ve zihin mühürlüdür. Suçlanacak en son kişidir. Belki cennet-cehennem sınavından bile muaftır. Bu son cümlede iddialı değilim. Kesin olan, cahiller davanızı gerçek anlamda paylaşmayacaklardır. Sürüklenmekten başka çareleri yok. Eşiniz, dostunuz, sevdiğiniz olabilirler elbette. Ama iş düşüncelere geldi mi kendi hallerine bırakın. 
Bana kalırsa en iyi başlangıç, öncelikle aynaya bakıp özünü sorgulamak, yargılamaktır. O vicdanı çalıştıracak olan ise, ahlâk, ahlâk, yine ahlâk, hep ahlâk!.. Ve en üstte tutulması gereken düşünsel ahlâk… Bu da yine, özüne dönüp iç hesaplaşma yoluyla ve özünde anlaşılacaktır.

Burada konuyu biraz dolandırıp mim koyduğum yere döneceğim…
JRR Tolkien, ünlü İngiliz dilbilimci ve yazar. İyi bir edebiyatçıdır. “Hurin’in Çocukları”nda beni ağlatmayı başarmıştır. Tolkien’in ömrünü vakfederek yarattığı Orta Dünya mitosu coğrafyasıyla, tarihiyle, ırklarıyla, soylarıyla ve dilleriyle baş döndüren bir âlemdir. Bu dünyada insanlar, elfler, cüceler, hobbitler, orklar, uruklar yaşar. İnsanlar, bildiğiniz insanlar işte… Ama Elfler? Tolkien’in Elfleri ölümsüzdür. Ya kederden, ya da bir başkasının elinden ölürler… Her bakımdan en üstün medeniyet onlarınkidir. Letafet ve terbiyede üstlerine yoktur. Yaratılan kurgunun üçüncü ve son çağına kadar Orta Dünya’ya Elfler hakimdir.

(Bu arada, Güney Afrika doğumlu Tolkien tipik bir Batılı ırkçıdır. Tolkien’i, Elfleri ve insanları aynı evrende yaşatmaya götüren şey tam da onun bu sömürgeci
-ırkçı kültürünün uzantısıdır. Elf ırkını insan ırkının elinden tuttururken, Doğuyu hayvanlaştırmadan aşağılamanın kıvrak yollarına taşlar döşemiştir. Hatırlanacak olursa, Yüzüklerin Efendisi üçlemesi film yapıldığında devşirme medya olağan dürtüleriyle Orta Dünya’daki en aşağılık ve habis topluluk Ork ve Urukları Türklere benzetmekten geri durmamıştı. Oysa, Elflere atfedilen özellikler bütünüyle Türkleri anımsatır).

Kendi krallıklarında dost insanlara beylikler veren Elfler dediğim gibi ölümsüz. Bunların belki en meşhuru
Glorfindel, Orta Dünya’da en uzun süre yaşayan Elf beyi… Ben diyeyim 6000, siz deyin 7000 yıl bilinen ömrü var… Şimdi hayal edin. Bu adam ömrü boyunca insan dostlar edinmiş. İnsan beyler, insan krallar, insan savaşçılar… Ömrünün her deminde aynı soydan insanların her kuşakta aynı riyakârlığa, aynı tamahkârlığa düştüğünü görüyor! Aynı hatalar, aynı kıskançlıklar, aynı küçük düşünceler, aynı ahlâksızlıklar, aynı iğrençlikler, aynı zaaflar, aynı kederler… İnsan 70 yıllık ömründe hayatı çözemiyor, düşüyor, kalkıyor, bocalıyor ve doğru düzgün bir şeyler bırakamadan, ne olup bittiğini bile tam anlayamadan ölüp gidiyor. Ama Elf öyle mi? 300 yaşında evlenmeyi aceleye getirilmiş sayıp belki 200 yıl nişanlı kalıyor. Hayatı ağırdan alma şansı var. O kadar derin bir idrak içinde ki, böbürlenip insanları küstürmekten imtina ediyor, çağlar boyu onlara öncülük ediyor. Sabır küpü, sebat abidesi, ahlâk timsali, ayaklı kütüphane mübarek! Sıkılmıyor da…  

Dil, tarih, coğrafya!.. 
Lütfen, bu üçleme kıymetli bir şeyleri anımsatmış olsun. (Evet, Gollum’un aklını başından alan ‘kıymetlimisss’…) Hemen herkes nereye varacağımı anladı aslında. Öncelikli olarak bu üçlüye sahip çıkmayanın işi yaş. Kısa ömürlü biz insanlara çağların olgunluğundan pay veren ilimdir, fendir. Aslında atalardan yadigârdır. Bina, hazine, yay, ok… Bunlar ikincildir. Gidin, Vatikan’da bir papazla görüşün. Polonyalı, Alman, Hırvat olmasının hiçbir önemi yok. Aslında konuştuğunuz kişi, Hıristiyan ilâhiyatının kurucusu Pavlus. Adam yaşıyor! Hem de 2000 yıldır! Putin’le görüşün. Bildiniz, Büyük Petro… O da henüz 350 yaşında.  Örnekler çoğaltılabilir. 


Gelelim bize… Atatürk, Kanunî, Fatih, Timur, Cengiz, Babür, Kül Tigin, Mete, Oğuz… TÜRK!
Türk kaç yaşında? Onu geçtim, yaşıyor mu halen? Yaşıyor muyuz? Ne kadar yaşıyoruz?
Nasıl yaşıyoruz?
Gerçekte müşkülpesent, tembel, geveze ve ukala olduk çıktık. Matematik problemlerini verilenler ve istenenler olarak ele almayı sağolsunlar öğrettiler bize. Ama bunu hayata geçirmesini pek bilmiyoruz. Taşıdığımız kimlik, toprak, aile, kültür... Verilenlerle elbet gurur duyacağız. Peki istenenler? İşte burada dava adamlığının, bir başka deyişle neferliğin ahlâkıyla tanışıyoruz. Nefer, elindekileri hak etmeye gayret eden kişidir. Bir ülkemiz var, iyi kötü bir eğitim gördük, az çok gelirimizle yaşar gideriz. Ya sonrakiler? Neferin derdi gelecektir. Ve ahlâkın bir özelliği daha vardır. Reddedenlerin sırtından iner, gönüllü olanların sırtına biner. İşte, gerçek nefer bu fazladan yükü de sırtında taşır.
Doğuştan kazanımlarımız muhakkak bizimdir. Ancak, tek başına doğa bile her şeyi bozulmaya, çürümeye, silinmeye zorlar. On karış bostan, yan gel yat Osman olursak adımız miras yedidir. Ne var ki, acele işe de şeytan karışır. Medeniyet bir bayrak yarışı ise, kısa ömrümüzde gözlerimizi kapatmadan şunu bunu göreceğiz hararetinden uzak kalalım derim. Her hıyarım var diyene tuzlukla koşmak sorunsalı ise, bu yazıya sığmayacak genişlikte. Geçiyorum.
Türkiye’de medya, yakın tarihi doğduğu yıldan başlatan gerzekler, lâfı “1920’de niye Ankara komünü ilân edilmedi”ye getiren ahmaklar, düştüğü pisliğin içinde debelenen tavuklar ve muhalif kanaat önderi pozlarında yancılıkla geçinen yüzsüzler konusunda gayet zengin bir yelpazeye sahip. İbret almamak mümkün mü? İnsanın en büyük düşmanı nefsidir. Ona sakın yenilmeyin! Nefer olarak bizlerin görevi, geçmişten alabildiğine bayrak teslim alıp geleceğe teslim etmektir. Türk bizden ibaret değildir. Varlığımızı armağan ettiğimiz koskoca bir değerler bütünüdür. Nefsine yenilenler hep aynıydı. Kırıntı kıt bilgilerle ama müthiş de bir cahil cesaretiyle bir yandan çuval çuval incirler berbat edildi, öbür yandan her kaybın sonrasında olduğu gibi örgütlü olma potansiyeli törpülendi. Oysa, nefer sıra nöbetiyle neferdir. Onun ahlâkı maceracılığı kabul etmez. Kısa bir ömür vardır. Doğru anlamak, doğru yaşamak ve o güne iyi hazırlanmak, bu arada gelecek nesilleri hazırlamaktır önemli olan. O zaman hak ederiz. Ve vicdanlar o zaman huzur bulur.
“Okut, öğret ve nihayet,
Yurda yarar bir insan et.”
Yaşananlar yaşandı, olan oldu, giden gitti... Eldeki sonuç: Türk, yıkıcı ve bölücü sömürü sistemine örgütsüz, kopuk ve dağınık yakalanmıştır. Tıpkı Hocalı’da, Kerkük’te, Batı Trakya’da olduğu gibi... Bir miktar örgütlü olabildiği yerlerde ise, savaşarak kaybetmiştir... Ama bu kez hiç de öyle sırtımızı dönüp unutmak gibi bir şansımız yok. Artarak üstümüze gelen iç ve dış tehditleri hissetmemek için aptal olmak gerek.
Örgütlenmenin çekirdeğinde ise, en başta mimlediğim mesele var. Okuma-yazma kültürü!

Çocukluğumda elime geçen iki kuruştan birini eğer kitaplara vermeseydim, bugün yapabildiğim işlerin hiçbirini yapamazdım.”

Nefer bilinciyle, nefsine yenilmeden, kendini kullandırtmadan, dikkatle ve sabırla o güne hazırlandı. Hep de hazırdı. Her defasında yapması gerekeni yaptı. Askeri okul sınavına ailesinden habersiz girip kazanırken, Trablusgarp’a gönüllü giderken, Çanakkale cephesine güç bela kendini tayin ettirirken, Bandırma Vapuru’na adımını atarken, sıradan bir nefsi köle edecek onca sıfat ve makamı terk edip kendini milletin bağrına bırakırken... Hep bu bilinçteydi. Hazır olmakla ilgilendi, sırası gelip iş başa düşünce de gereğini çekinmeden yaptı.

Mucize ve şans gibi doğaüstücü ithamlara güldü geçti.
Dengesizce zemin değiştiren inançsızların ağzıdır bu. Başta şiddetle karşı çıkanlar şimdi de yalakalık sırasındaydı. Elbette prim vermedi.
Mustafa Kemal Atatürk, Türklük silsilesindeki ölümsüz yerini işte böyle aldı. Ve bu uçsuz bucaksız Turan ulusu, adının anıldığı her yerde sayısız Atatürk’leri, Fatih’leri, Mete’leri, sayısız Kürşad’ları, sayısız Huban Arığ’ları ve Tomris’leri halen bağrından çıkartabilir.
En başa dönelim.

Kutsal Roma Cermen İmparatoru Frederick Barbarossa’nın ordusunda III.Haçlı Seferine katılan Ansbert, bu topraklardan bahsederken
Lâtince kaleme aldığı günlüğüne “Turchia” diye not düşer.

Kim yapmış, adını koymak kime kalmış? Hadi bakalım...




OZAN PEKGÖZ

ozanpekgoz [*] gmail.com

1 yorum: