Sayfalar

10 Haziran 2012 Pazar

#04 MUSA'NIN YAHUDİLERİ VE ... (II)


Egemenlik, egemen deyip duruyoruz. Peki, ne demek bu kelimelerin anlamı?

Egemen: Yönetimini hiçbir kısıtlama veya denetime bağlı olmaksızın sürdüren, bağımlı olmayan, hükümran, hâkim.
Egemenlik: Egemen olma durumu.


Bu kelimeyi kullanıldığı yere göre farklı anlamlarla doldurabiliriz. Egemenlik kelimesi kişisel anlamda, yani kişinin kendi iç dünyasındaki devinimlerin kullanımı içinde kullanılabilir. “Kendine egemen” diye bir cümle kurulabilir. Fakat kelimelerin anlamını dahi bilmeden konuşan, çocuklukta ya da hayatta toplumsal öğretileri ile sorgulamadan otomatik olarak hareket eden kişi iç dünyasına, kendine egemen olabilir mi? Hayır! Neden? İnsan, farkına varmadan biriktirdiği bilgilerle bilinçli hareket ettiğini zanneder. Evet, zanneder.

İnsan bilinçaltı denen, onu hayatta tutan, hareketlerini otomatik yönlendiren bir akıl motoru ile hareket eder. Bu motorun hareketlerindeki kalite ise, oraya doldurduğu bilginin kalitesine bağlıdır. O bilgileri elden geçirmeyen ve dizayn etmeyen kendine egemen olamaz. Kendini kandırır. Toplumsal örfleri ile (doğru ya da yanlış) hareket eden kişi o bilgilerin egemenliği altına girer.

Konuyu kişiden bir millete bağlayalım. Çünkü hepsi birbirinin içinde. Konu devletin egemenliği olduğunda, tıpkı kişinin bilinçaltının kalitesi kişinin hareketlerinin kalitesini belirlediği gibi bir devletin eylemlerini de toplumu oluşturan bireylerin hüküm, yaşayış ve bireysel egemenlik kalitesi belirliyor. Bilinçaltı bilgi parçalarından oluşuyor. Devletinki de insanlardan. Devletin bilinçaltı, onu oluşturan kişilerin hareketleridir de diyebiliriz.

İki varlığın hayattaki yaşayışını bir değerlendirelim...
Devlet denen yapıyı kurmak ve yönetmek tıpkı bir aileyi kurmak ve yönetmek gibidir. Sadece, devlet daha karmaşık bir yapıdadır. Bunu biraz açalım. Aile birçok kişinin oluşturduğu bir yönetim ve hukuk sistemi gibidir. Devletin milletine hizmet etmesi gibi temelde aile de içindeki kişilere hizmet eder. Kültürümüzde aile kurumu monarşi, yani kısaca bir baş ile yönetilir. Bu başın dışındakiler söz sahibi değildir. ‘Rab ve kul’ ilişkisi gibi çalışır. Aile bireyleri kendi egemenlik haklarını yönetmek için yönetime katılamaz, dâhil olamaz. Bu durum devlete de yansır. Zira, kişilerin hareketleri kültür adı altında devletin hareketlerine sebep olan bilinçaltını oluşturur demiştik. Yönetime geçen yönetici bilinçaltında var olan, yönetimle ilgili olan bilgi ile hareket eder. Monarşi… Demokrasi yalanını söyler ama dayandığı yer bilinçaltıdır. O da ‘Rab ve kul’ mantığıdır.



Yöneten bu bilinçaltından hareket ediyor ise yönetilen ne yapıyor? O da kendi kültürel bilinçaltına danışıyor. Tıpkı ailedeki monarşiye boyun eğdiği gibi egemenliğini yöneticiye kayıtsız şartsız devrediyor. Egemenliğini her gün hayatında geçirdiği/yaşadığı sahada yaptığı gibi kendiliğinden devrediyor. Başka bir eylemde bulunmasını beklemek hayal olur sanırım.

Toplumu yönetmeye çalışan sistem sanki tepeden inmeymiş gibi görünür. Aslında yukarıdaki denklemden dolayı aşağıdan gelen bir kültürdür. Hmm...



Ailedeki kararları eleştiren bir birey, ailenin tüm imkânlarından mahrum bırakılır. Aileden bile dışlanabilir. Buradaki yöneticinin amacı bireyi yaşam imkânlarını elinden alarak susturmaktır. Şöyle de düşünebiliriz; yönetici mal benim, aile benim, kurallar benim, imkânlar da benim der. Kendi kurallarını koymak istiyorsan git kendi imkânlarını yarat da der aynı zamanda. Ki, bu onun doğal hakkı olarak da sayılabilir. Bu ego yönetimin şeklini belirler ve diğer bireylerin egemenlik haklarını yok sayar. Kendi egemenliğine hizmet etmeyen her bireyin egemenlik anlayışı yok sayılır. Çünkü kelime anlamı olarak bilmese de yönetici diğer bireyleri kul olarak görür. Tabi, bireyler bu kültürü bireysel olarak hayatın her alanında ve her anlamda reddetmediği sürece…


Yani, kişi teslim olmadığı sürece kimse ona egemen olamaz. Musa, Firavun ve İsrailoğulları kıssasındaki hisse de budur.

Bu sisteme hayatta bakalım. Test edelim.
Osmanlı, toprak kaybetmeye başladığı son dönemlerde kendi içenden çıkan bir halk Yunanistan'ı kurdu. O zamanlar bu olay Osmanlı halkının zoruna gitti. ‘Dünkü tebaa’ diye küçümsediler. O dünkü tebaa ordusu ile İzmir'den Anadolu'ya dalıverdi. Peki, bu Yunan bağımsızlık ilan ettikten sonra Anadolu'ya dalana kadar biz ne yaptık?

O sıralar sultana kul olmak ile meşguldük. Sultanın yönetimini sorgulamıyorduk veya yeni yeni kıpırdanmalar başlamıştı. Devlet'in başındaki yöneticinin kendini yücelttiği, halkı kul görme algısı devlet yöneticisinin bilinçaltındaki problemdi. Aslında milletin kültürel yaşayış hatasıydı. Çünkü bireyler bu sistemi her alanda yaşantıları ile destekliyordu.

Osmanlı’nın çöküşünü neden durduramadık? Hep hata başkasındaydı çünkü. Bu davranış biçimi yönetici ve bireyin her zaman yaptığı şeydir zaten. Yönetime bireyleri doğru yöntemle katmadığı için hatayı bireylere paylaştıramaz, bireyler de bilgiyi doğru yöntemle öğrenip uygulamadığı için sorumluluk alması gerektiği yeri idrak edemez. Kalıplaşmış, sorgulanmayan örf, gelenek, töre ve kültürün doğru bilgilere dayanması çok mühim bir konudur. Fıtratı, yani hayatı kuşatmayan bilgi insana bir fayda vermez.

Osmanlı’nın çöküşü ile ilgili dış mihraklar meselesi de vardır. O zamanlar da Amerikan, İngiliz, Fransız mandası olmak isteyen aile bireyleri çok fazlaydı, unutmayalım. Kendi egemenlik ve yönetim sorumluluğunu eline almak yerine başkasına devretme gönüllüleri… Aileye evlilik dışı baş ithal etmek isteyenler vardı. Aslında yönetimdeki hatanın sebebi bizde idi. Halkta... Tıpkı İsrailoğulları gibi.

Fakat sorumluluğu üzerine almak, egemenliğini kendi belirlemek isteyen aile bireyleri de vardı. Anadolu'da meclisi kuranlar. Atatürk önderliğinde kendi geleceklerini kendi yönetmek isteyenler.
Bakalım, bu aile bireylerinin başına ne geldi.

Bu gün de dâhil, her devlet gibi Osmanlı da devlet yapısını hazine sayesinde ayakta tutuyordu. Hepimiz biliyoruz ki, Anadolu'ya son geldiğimizde dımdızlaktık. Ertuğrul Gazi bir meclis kurdu. Vergi verdik, savaşlarda kanımızı dökerek ganimetlerin bedelini ödedik. Bu ailenin tüm varlığına ortaktık ve 600 yıl kadar da aile için çalıştık. Bütün her şeyine en az yöneticisi kadar ortaktık.


Dünkü Osmanlı tebaası İzmir'e çıktığında onların varlığını küçümseyerek yok sayamayacağımızı anladık.

Peki, ailenin yöneticisi ne yaptı? Aile bireylerinin egemenliğini, çekyatını, yatağını onlara açtı! Bir "Allah'ın gökten gönderdiği yardımcılar" demediği kaldı! Eğer deniz yoluyla gelmeseydi emin olun onu da derdi. Meclisi kuran asi aile bireyleri için bu doğal olarak hazmedilemezdi. Ayaklandılar. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi doğal olarak aile yöneticisi, ailenin imkânlarını bu bireyleri susturmak için kullandı. Halife, hazinenin ailenin ortak malı olduğunu düşünmedi bile. Ne kendinin, ne de devletin bilinçaltındaki kültürde var mıydı öyle bir şey? Tabi ki yoktu. Bireyler de her fırsatta yönetim yaptığı sahada kendini sultan, diğerlerini kul görüyordu.

Asilere karşı Halife ordusu kuruldu. Ailenin asi evlatlarının da biriktirdikleriyle kurulmuştu bu ordu. Asi evlatların üzerine yollandı. Doğal sonuç olarak, haklarının peşinde koşanlar bunları ezdiler. Diğer bir tarafta, ailenin içerisinde kendi menfaatlerini korumak isteyen, ağalık ve şeyhlik monarşisini sürdürmek isteyen ve bunu, aileyi İngiliz ve Fransız’a peşkeş çekerek yapmak isteyen başka aile bireyleri çıktı. Zannetmeyin ki, halifenin emrine uydular. Asiler meclis kurmak istiyorlardı ve o meclis denen "illet”, egemenliği kişinin kendi eline veriyordu. Bak sen şu asilere! Bu yancılar da Ankara'daki asilerin üzerine yürüdü. Daha önce olan doğal sonuç onların da başına geldi. O peşkeşçiler de ezildi.

Meclisi kuran asiler aslında dımdızlak ortadaydı. Tıpkı Anadolu'ya en son gelişlerindeki gibi... 600 yıldır döşeğini korumak için canıyla ve malıyla biriktirdiği hazine ve silah, kendisine "Rab" diyen ve öyle zanneden zevatın elinde kalmıştı.

Ne yaptı bu asiler, halife'nin ve diğer yancı şeyh-ağa takımının "kâfir" dediği asiler? Ertuğrul Gazi’nin meclisini Osmanlı İmparatorluğu haline dönüştüren o millet yeni bir gücü emeğiyle oluşturdu. Kurtuluş Savaşı’nı veren orduyu kurdu.

Bir devletin yönetiminin önemsenmemesinin, o varlığın nasıl kullanılıp yönetildiğiyle ilgilenmemenin cezası ağır bir tecrübe ile ödendi. Millet, kendi namusunu korumak için verdiği mücadelede daha Yunan'a can vermeden, kendi parası ile aldığı kurşunlar kendi canını aldı!  Kimisinin canına bu kurşunu Halife ordusu sıktı, kimisininkine ağalar, şeyhler. Egemenliğini başkasına teslim edenin geri almak için ödeyeceği bedel budur işte! Anlayana tabi…

Yeri gelmişken; bugün yarın yine, meclisteki işleri gelecekte beğenmeyecek, asi sayılacak aile bireyleri de kendi kurşunuyla vurulmasa iyi... Kendi parasıyla alınıp gözüne gözüne sıkılan biber gazı sayılır mı sayılmaz mı bilemem...

Anadolu'dan Yunan sökülüp atılarak denize dökülmüş, Sultan İngiliz gemisiyle ile kaçmıştır. Musa'nın düşmanlarının denizde yok oluşu gibi…

Yalnız, bizim milletimizin hikâyesi İsrailoğulları’ndan biraz farklı. Biz bedel ödedik. Kendi yarattığımız firavunumuzu kendimiz kendi ellerimiz ile boğduk. Canımızla. Bizde yılana dönen asa yoktu. Çekirge sürüleri ne Yunanistan'ı, ne İngiltere’yi, ne de İstanbul'daki sarayları sardı. Ne meclistekiler, ne de bu savaşı verenlerin elleri ışık saçıyordu. Ayakta çarık, manda kollarıyla, tahta süngülerle, tornadan geçmiş top mermileriyle ve daha neler nelerle…  Bunu nasıl becerdiler? Emekle! Çalışarak! Yapacakları işin bedelini önceden ödeyerek. Kredi kullanarak değil. Kredi tüketen Musa'nın Yahudileriydi. Biz değil.

İlk yazının başında söylediğim gibi, din adamları olayları biraz farklı anlıyorlar. Tanrının yeryüzüne yerçekimi kanunu gibi koyduğu, “doğru yöne harcanan emek” kanununu pek deşifre etmiyorlar. Herkes inancına göre davranabilir. God da diyebilir, kuantum da diyebilir, Nirvana  ya da tabiat ana… Ama bu emek kanunu değişmez. Tabi anlayana...

Kurtuluş mücadelesi verilirken, atalarımız göğüs göğse Anadolu’da Yunan'la boğuşurken,  İsrailoğulları’nın Musa'ya "sen geldin, başımız derde girdi” dedikleri gibi, İstanbul basını da “maceracılar”, “Bunlar bizi rezil edecekler” gibi görüşler, başlıklar atıyordu gazetelere. Yunan denize döküldükten sonra aynı gazetelerin başlıkları ve köşe yazarları “Bu bir mucize!” demiştir.

Atatürk bu gazeteler ve köşe yazarları için şöyle der: “Kimi basın bu yaptığımıza mucize diyorlar. Beyler bunu biz yapmadık mı?"

Atatürk'ün Yahudileri biraz farklıydı dediğim gibi. Hepsini zannetmeyin farklı olanlar. Sadece bedel ödeyenler farklıydı. O günkü İsrailoğulları’nın kültürel bilinçaltını taşıyan bu mucize bekleyenler farklı değildi. Onlar bilakis, o çağdan bu çağa hala aynı yaşıyorlar ve değişmediler.

"İsrailoğulları lânetlendiler. Peki, sebepleri soyları mıydı? Topluluk olarak tek bir soydular. Fakat bu onların ismi. Lânetlenen ise, karakterleri. O karaktere sahip oldukları için lânetlendiler. İkiyüzlü oluşları ve başkalarını da kendi kültürlerinde bozmaları yüzünden." diyerek lânetlenmeyi hak eden bir birey ya da toplum tipi olarak tanımlama yapmıştım bir önceki yazımda.


Cumhuriyet kurulduktan sonra ailedeki haklarını arayanlar meclisi kurarak, yönetim bilmeyenleri, mucizecileri, peşkeşçileri ve onları takip edenleri meclise bağladılar. Meclise bağlanmak bunların çok zoruna gitti. Egemenliğinin kendi elinde olması insanın neden zoruna gider, anlamam. Anlamadım da zaten. Sultana, ağaya veya şeyhe egemenliğini teslim edenler meclise kul olsalardı ne olurdu sanki? Fakat onlar kutsal sayabilecekleri insanları ancak ilah edinip onlara kul olabilirlerdi. Nitekim İsrailoğulları’nın gizliden gizliye inandıkları ve Musa'nın arkasından yaptıkları altından boğa Apis gibi ilk fırsatta meclisi sultan bozması ağa ve şeyhlerden oluşan temsilciler ile dolduracaklardı.

Korkarım, İsrailoğulları gibi lânetlendiğimizin resmidir.

Devam edecek...


OĞUZ DOĞRUYOL

odogruyol [*] gmail.com

10 yorum:

  1. Lanet?
    Yattığımız yerden elmanın olgunlaşıp ağzımıza düşmesini beklemek lanet değildir. Aslında Kur'anda iyi okuyan ve anlayan kişilerin Dinamizmin (hareket) tavsiye ve teşvik edildiğini görür. Üstelik Peygamberler hep bir kavim bir sorunla karşı karşıya kaldığında ortaya çıkmış ve çözümü önermiştir. Fakat o kavimler her zaman biz atamaızdan böyle gördük onlardan iyi mi bileceksin demiş bu sorumluluktan kaçma yolunu tercih etmiş ve neticede helak (mahvolmak, telef olmak) olmuşlardır. Yani hep eskiyi tercih etmişler yeni çareleri denemekten KORKmuşlrdır.

    YanıtlaSil
  2. Facebook üzerinden bir tartışma...

    Mustafa Aksoy Soru: Padişah İstanbul'u neden ingiliz gemisiyle terk etti? Soru2: Aynı padişah ingiliz gemisiyle gittiği yerde Türkiye Cumhuriyeti aleyhinde herhangi bir faaliyette bulunmuş mudur? Soru 3 : Aynı padişah ülkeyi terk ederken Osmanlı hazinesinden hiç olmazsa kaşıkçı elmasını cebine atmayı akıl edemeyecek kadar aptal mıydı? Soru4: Osmanlı hanedanından kaç tanesi Firavun gibi yaşamıştır? Soru 5: Milli mücadele sürerken padişah adına yayınlanan fermanlar Padişahın mı yoksa ingiliz işgali altındaki (sözüm ona)Osmanlı meclisi mebusanının fermanları mıdır ? 1299-1922 yılları arasında Türk ve müslüman sancaktarlığını yapmış bir Aileye Atatürk bile hakaret etmemişken onları Firavunla bir tutmak kimin haddinedir. Atatürk ve silah arkadaşlarının mücadele ve başarısını övmek için Osmanlıyı yerden yere vurmak bir gereklilik midir? Aynı mantıkla hareket ettiğimizde bugün memleketi satan,düşmanla işbirliği yapan namussuzların da suçlu ve sorumlusu Atatürk mü olacaktır. Neden kendini akıllı görenler hep geçmişi eleştirir de çözüme yönelik tek bir proje üretmez, yada sokağa çıkıp o yolda tek başına yürümez?
    Salı, 23:55 • Beğenmekten Vazgeç • 2


    Tibet Yıldız Acaba bu 8 sorunun Mustafa beyde cevapları var mıdır? Sadece merak... Sürekli soru soran birini görünce ister istemez bunu merak ediyorum.
    Çarşamba, 00:31 • Beğen


    Mustafa Aksoy Ben cahil bir vatandaşım ,merak ettim ve sordum.Sakıncası mı var?
    Çarşamba, 00:34 • Beğen


    Tibet Yıldız Elbette ki yok.. Sadece bu kadar seri bir şekilde sorular sorulunca dedim her halde sizde cevapları var; yazar ile yarşılaştırma yapma niyetindesiniz. Var yada yok, ben de merak ediyorum yazarın ne diyeceğini.
    Çarşamba, 00:35 • Beğen


    Mustafa Aksoy Yazar olmak o kadar kolay değil ,benim gibi cahilleri de bilgilendirmek ve her sorduğuma cevap vermek lazım.Yada bir yazmadan önce kırk düşünmek lazım ne de olsa hakkında yazdıklarının çoğunun cevap vermeye imkanı yok.Yanlış mı?
    Çarşamba, 00:39 • Beğen • 1


    Tibet Yıldız Ama söylenen sözlerin illaki tarihi bir dayanağı vardır. Bekleyip görelim.
    Çarşamba, 00:42 • Beğen


    Mustafa Aksoy Ben de bekliyorum zaten ,ama o soruları da laf olsun diye sormadığımı siz de biliyorsunuz değil mi.
    Çarşamba, 00:44 • Beğen


    Tibet Yıldız Elbette biliyorum, sizi az çok tanıdım. Boş boş soru soracak biri değilsiniz. Soruların öneminin de farkındayım, zaten bu yüzden cevaplarını bekliyorum.
    Çarşamba, 00:45 • Beğen • 1

    YanıtlaSil
  3. Oguz Dogruyol Mustafa bey sorularınız için size çok teşekkür ederim. Yazınızın, sorulardan sonra yaptığınız eleştirel yorumların, niyetimi ortaya koyduktan sonra yersiz olduğunu anlayacaksınız.

    Belkide 15 sene önce bir laf duymuştum. "Küçük insanlar, kişileri. Orta insanlar, olayları. Büyük insanlar, fikirleri tartışır.". Bu sozün hayata nasıl yansıdığınıda gördüğüme inanyorum. Bütün herşey birbirinin içindedir. Bir fikri konuyu tartışmak istersek muhakkak onu yapan bir kişi vardır ve o fıkır bir olaylar zincirinde yaşanır. Şunu açık söyleyeyim küçük insan olma derdinde değilim. Büyük insan olduğumuda iddia etmiyorum. Fakat, tarihte yada günümüzde her hangi bir olayı yada felsefeyi tartışsak bir kişiyi muhatap bylabiliriz. Ama bir şekilde tarihten ve günümüzden ders çıkartmak için tartışma mecburiyetimiz vardır. Neden tartışma. Dikta edecek kadar emin değilim hiç bir seyden.

    Bu açıklamadan sonra sorularınıza cevap kısmına geçmek istiyorum.
    Soru: Padişah İstanbul'u neden ingiliz gemisiyle terk etti?
    Cevap: Bu sorunun siyasal en basit cevabi Osmanlı hanedanlığının İngiliz kuşatması yada himayesi altında olduğunu söyleyebiliriz. Cevap bu kadar kısadır. Saltanatın koltuğunda oturan kişinin ismine takılmaz ve olayları değerlendirirsek sonrada günümüze ders olacak fikir çıkartmaya çalışırsak daha iyi olur. O gün boğaza kadar girip saraya namlularını çeviren hangi ülke ise o ülkenin gemisiyle kaçması normaldir. Konu yurdun bağımsızlığıdır. O çağların yönetim şekli olan monarşinin de bilinen kanunu teslim edilen egemenliklerin doğru temsil edilmesidir.

    Soru 2: Aynı padişah ingiliz gemisiyle gittiği yerde Türkiye Cumhuriyeti aleyhinde herhangi bir faaliyette bulunmuş mudur?
    Cevap: Uygun olanda herhangi bir faaliyette bulunmamasıdır. Osmanlı hanedanlığını var etmiş Fatih'lerin bıraktığı miras kültürün saraydaki kalıntıları henüz yok olmamıştır ve bugünkü siyasetçilere bile örnek davranıştır.

    Soru 3: Aynı padişah ülkeyi terk ederken Osmanlı hazinesinden hiç olmazsa kaşıkçı elmasını cebine atmayı akıl edemeyecek kadar aptal mıydı?
    Cevap 3: Bu soruya yazıdan esinlenerek çıktığını var sayarak cevap vereceğim. Bide alsaydı... O zaman yazımda açıkça hırsız derdim. Osmanlı sarayında yaşayan kültür alçakların kültürü değildir. Yüksek bir kültürdür. Fakat olayların sonuçlarına gelindiğinde, Osmanlıya dayatılan siyasi, hukuki, askeri, yani herşeye sarayın artık onlardan daha yüksek siyasi, hukuki, askeri yani her alanda cevap verememesinin sonucu olarak olan gelişmeler yıkımı getirmiştir. Ordan çıkartmak istediğim ders kabaca artık monarşı kafasını bırakmamız, silkinip atmamız devletimizi kontrol etmemiz ve tarihte bizim başımıza gelenden ders almamızdır. Maliyemizin ve silahlarımızın bize karşı dönmesi sultanın kişiliğini ilgilendirmez ve buda Osmanlının tarihin o döneminde yaptığı yanlışları kendi kültürümüzden ders olarak bir özeleştiri yapmamıza engel olamaz. Bir ülkeyi bırakın, bir kişinin bile egemenliğini başka birine kontrolsüz devretmesi söz konusu olamaz. Tarihimizdende dersimizi çıkarttığımzı düşünüyoruz.

    Soru 4: Osmanlı hanedanından kaç tanesi Firavun gibi yaşamıştır?
    Cevap 4: "Ertuğrul Gazi, Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman. Birde unuttuğum Yıldırım Bayazıt var" dememimi bekliyordunuz. Yazının gizli bir amacı birilerini firavun diye işaret etmek değildir. Bilakis, böyle bir hedef çıkartılacak ise yahudileri lanetli diye küçümseyen beyinlere, tarihi değerlendirerek "eğer bu ülke dindar ise yahudilerden ne farkımız var" işareti olabilir. Bu yazının birinci bölümünde Kassas Süresi 47. Ayeti kullanma sebebimde bu işaretin ispatıdır. Hatta daha da ileri giderek şunu söyliyeyim; Firavunların var olması yada olmaması önemli değil. Biz, halk kabul ettiğimiz için ne gelirse başımıza geliyor. Sebepte biziz sonuçta biziz. Çok ileri uçta düşünürsek şunuda söyleyebiliriz. "Sultan'ın ne kabahatı var!..". Cevabımı verdim. Ben size bu sorunuza karşılık bir soru sorayım. Osmanlıda kaç Sultan son sultan gibi davranmıştır?

    YanıtlaSil
  4. Soru 5: Milli mücadele sürerken padişah adına yayınlanan fermanlar Padişahın mı yoksa ingiliz işgali altındaki (sözüm ona)Osmanlı meclisi mebusanının fermanları mıdır ?
    Cevap 5: Çok afedersinizde sizin bu sorunuza şu cevabı vereceğim. "Değildir. Kurtuldumu Türkün son destanından önceki Osmanlı destanı". Peki, sadece bizim coğrafyamız değil İslam coğrafyalarındaki insanların, Tanrı'dan sonra en kıymet verdiği Halifeye ve o güce kudrete rağmen o fermanlar nasıl yayınlandı? A pardon şöylemiştiniz İngiliz işgali altındaydı saray değilmi? İşte bu güce ve kudrete rağmen demek ki yinede bazı şeyler olmuyormuş. Tarihten ders almak istiyorsak kişilere değil olaylara ve kavramlara bakmalıyız. Yazan içinde, okuyan içinde... Yoksa dedikoduculuk olur.

    Yorumunuzdaki sorularınızdan sonra başlayan ağır eleştirilere cevap vermek istemiyorum. Yanlış anlaşılma olduğunu değerlendirerek önemsemiyorum. Bu soruları sorabildiğinize göre hamaset yapmayan birisi olduğunuzu tahmin ediyorum. İnşallah derdimin sizin hissettiğiniz yönde olmadığını anlatabilmişimdır. Fakat yinede bütun yoruma bu cevabın eksik kaldığını düşünüyorum. Son iki soruyada kısa cevap vermek istiyorum. Devamlı eleştiren olduğuma ve bir projenin içerisinde olup olmadığıma yada olmadığımıza nereden kanaat getirdiniz yada bu yazının yürünen yolun yolda olma sebebi ile olmadığını neden düşündünüz? Bunlar cevap almak için sormadım. Niyetimim konusunda sorularınız hedefinde düşünmediğimı anlatabildiysem ne mutlu. Hatta sizinlede tanışmak yüz yüze konuşmak isterim.

    İyi akşamlar dilerim Mehmet bey...
    Çarşamba, 02:32 • Beğen • 4

    YanıtlaSil
  5. Mustafa Aksoy Öncelikle Sultan Vahdettin için''kaçtı'' ifadesini kullanmak yanlış. Çünkü TBMM ordusu 6 Ekim1922 tarihinde İstanbul'a girdi,1 Kasım 1922 de saltanat kaldırıldı Vahdettin'in ülkeyi terk ettiği gün 17 Kasım 1922 dir. Bu tarihler bile Aslında Vahdettin ile Atatürk'ün arasında doğrudan bir sorun olmadığını göstermez mi? Bunu neden söylüyorum ? Hani Milli mücadele tarihimizle ilgili hep Vahdettin'in Atatürk ve silah arkadaşları için yakalanma ve idam fermanı çıkardığı söylenir ya.Siz olsanız 5 Ekim1922de ülkeyi terk etmez miydiniz ? Oysa o saltanatın kaldırılmasına kadar bekledi ve sonra ülkeyi terk etti. Halbuki bu bir buçuk aylık süre içinde Sarayın önünde silah atmaya varan tacizler vardı.Bu tavırlar karşısında bu ülkede alelade vatandaş olarak yaşamasını düşünebilir miydiniz.Kendi gitmese ya sürgün edilecek yada suikaste kurban gidecekti.Evet o tarihlerde vahdettin'i ülkeden götürecek yalnız İngiliz savaş gemileri vardı,zira işgal kuvvetleri tam olarak İstanbul'u terk etmemişlerdi. Osmanlı İmparatorluğu fiilen ortadan kalktığı için de onu ülkeden çıkaracak tek unsur ingiliz Malaya zırhlısıydı. Kaşıkçı elmasını da alsaydı hırsız derim demişsiniz ,emin olun alsaydı haberiniz bile olmazdı.Hoş bu gün bile o hazinelerden nelerin kimlerin koleksiyonlarına uçtuğunu bilme imkanımız yok,zira tam ve gerçek bir envanterin olduğu bile şüpheli. Ama Vahdettin'in 16 mayıs 1926 da San Remo'da vefat ettiğinde manava, kasaba borçlu olduğu, borçları sebebiyle cenazesine haciz konduğu da başka bir gerçektir. Osmanlı hanedanının gerçek yaşantısını anlamak için de Tv dizilerinden esinlenmek yerine Sarayların harem bölümlerini iyi araştırmak lazım.Bu konuda sizlere Beylerbeyi sarayının harem kısmını dolaşmanızı tavsiye ederim, o odalardaki sadelik bu gün hiç birimizin evinde yok. Yine o yatak odalarını dolaşırken dikkat ederseniz yatağın yanı başında teyemmüm taşını göreceksiniz . Kaldı ki Firavunlarla bir kefeye konuluyorlar. O padişahlar kendilerine halk tarafından '' padişahım çok yaşa '' dendikten sonra '' mağrurlanma padişahım senden büyük Allah var'' denilen kişilerdi.''Osmanlıda kaç sultan son sultan gibi davranmıştır '' diyorsunuz Ben size sorayım Osmanlıda kaç tane son sultan vardır. Osmanlıyı o duruma düşürmek için başta Yahudiler olmak üzere Hristiyan alemi 600 yıl uğraştı.O padişahın çevresine kendi adamlarını yerleştirmek için yapmadıkları düzen kalmadı. Osmanlı aslında II. Abdülhamit Han tahttan indirildiği gün fiilen son bulmuştu ama bitkisel hayatta ancak 13 yıl yaşayabildi ,ama fatura son padişaha kesildi. Eğer II. Abdülhamit han yahudilerin sina yarımadasına teklif ettikleri parayı alıp anlaşmayı kabul etseydi belki de biz hala ''padişahım çok yaşa '' diyor olacaktık ama. O da tarihe en büyük şerefsiz olarak geçecekti.Netice olarak ben Osmanlı hanedanının ( insani hatalar saklı kalmak kaydıyla) bu millete ve islam alemine çok değerli hizmetlerinin olduğuna ,Vahdettin'in Atatürk'ü anadoluya bilerek yolladığına ,Atatürk'ün de üzerine aldığı sorumluluğu layıkıyla yerine getirdiğine inanıyorum.Diyeceksiniz ki madem öyle neden Osmanlı ortadan kalktı. Sebebi açık. Eğer masaya Türkiye cumhuriyeti değil de Osmanlı olarak otursaydık o masadan mağlup bir devlet olarak kalkacak ve Sevr'e mahkum olacaktık. Bunu Vahdettin de biliyordu. Ama lozandan galip kalkan Türkiye Cumhuriyeti oldu.Öte taraftan genç Cumhuriyetimiz daha 22 yaşındayken sırtından bıçaklandı ,Osmanlının 600 yılda düştüğü duruma 89 yılda düşürüldü. Etrafımızda Yahudiler de Firavunlar da tam tam çalıp dans ediyor Belki bir Apis yapmadılar ama memleketin her karış toprağına kendilerine göre bir şeyler yaptılar.
    Çarşamba, 04:56 • Beğen

    YanıtlaSil
  6. Oguz Dogruyol İşte bende tam sizin gibilerden bahsediyordum. Tamda o zihniyetleri yüceltip yüceltip bilinçaltında o yaşamlara özlem duyanlar. Buda size son yorumum. Siz ne tartışmaya yada yeni bir projeye açık olamazsınız. Sizin derdiniz bir şey anlatmak ve onu anlattınız. Bana niye zahmet verdiniz anlamadım. Tam yazıda da anlattığım gibisiniz tarihi bile değerlendiremiyorsunuz. Suç ya onda ya bunda.
    Çarşamba, 10:21 • Beğen • 2


    Mustafa Aksoy Ne oldu Oğuz bey zorunuza mı gitti ? Sizin gibi Atatürk sevgisini Osmanlı düşmanlığına bağlamayanlar dan rahatsız mı oluyorsunuz.Hem Osmanlının yüksek kültüründen bahsedip hem de onları hain ilan etmenin dayanılmaz hafifliğini yaşamak sizi daha mı mutlu ediyor. Size daha çok araştırıp daha az yazmanızı tavsiye ederim.Tarihi sizden çok daha doğru değerlendirdiğimden eminim ,o yargı size ait.
    Çarşamba, 13:43 • Beğen

    YanıtlaSil
  7. Oguz Dogruyol Neden zoruma gitmesi gerektiğini anlayamadım Mustafa bey?
    Atatürk sevgimi Osmanlıya bağladığımı nereden çıkardınız?
    Yazılarımda Atatürk ile ilgili kıyas yoktur ki. Milli mücadeleyi millet olarak değerlendiriyorum. Kendine Tanrının dünyadaki temsilcisi adledenleri kutsallaştırarak hatasız saymadığım gibi o yok olmaya yüz tutmuş sistemi rafa kaldıran millete, önderlik yapmış (dikkat edin önderlik yapmış diyorum) sıradan bir insan olan Mustafa Kemal ATATÜRK'ü de biyerlere çıkartıp oturtmuyorum. Kendi milletinin egemenliğini elinde emanet olarak tutan, sarayda bulunan yöneticinin bu emaneti yönetmede yetkin olma meselesi bugünde aynıdır. Meclisteki yetkinlikten memnunmusunuz bilmiyorum?

    Sizinle bakış acımız çok farklı. Gurbette bakkala ve kasaba borçla vefaat eden eski halife ile mahallede bakkala ve kasaba borç ile yaşayan ve ölecek olan Vahdettin amca arasında farklılık nedir ki? Ben Cumhuriyette doğdum. "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" fikri ile büyüdum. Yöneticilerin bu fikri ahlakın yakınından geçmemesi ile de etrafımdaki insanların yaşayacakları bir tane olan hayatın nasıl harcandığınada şahit olmaktayım.

    Fatih sultan mehmet din ile var olan Halifelik makamı doğru şartlarda yönetmiş olabilir. Babadan oğula geçen sistemin ne kadar sağlıklı olduğunu Türkiye Cumhuriyetinin varlığı ispat etmektedir. Hatta hemen hemen her her kaybettiğimiz Türk devletinde de aslında bu önermeyide görmüşüzdür. Tarihin eski dönemlerinde bile bu güne ders mahiyetinde anlayacağımız Firavun, Musa ve İsrailoğlu denklemi Osmanlı tarihinden öncedir ve bu o olayların ayrıntıları müslümanların kutsal kitabı olan Kur'an-ı Kerim de açıkca yazdığ için kendine Halife diyeni bağlar. Halife ye tabi olan kullarıda bağlar. Babadan oğula yönetimin geçirilmesini çok eski bir yazma olan kitapda bile önerilmemesi, bugün yaşanan kendi kendini bilerek kurumlaşarak yönetmeyi öneren eski arapça yazma kitaptan ders alınmaması vahimdir.
    Taaa Firavun zamanında yaşanan bireyin egemenlik lafzının yürekten gelmeyişini ortaya çıkartan Tanrının, "siz istemediğiniz için yapmadınız" önermesini bugüne getirip Halifelere, şeyhler, ağalara ve hatta sıradan insanlara egemenliklerini teslim edenler ile ATATÜRK'ü putlaştıranların gözüne sokmam "sizinde işinize öyle geliyor, aynı onlar gibi.." demem sizi bence rahatsız etmemeli. Eğer din konusunu neden karıştırıyorsunuz derseniz bunu ben karıştırmıyorum siyasetçiler karıştırıyor. 'Kendimize gelelim' arkadaş diyebilmek için kendi tarihimden ders çıkartmak en doğal hakkımdır. Amerikanın ve Fransanın yada Roma'nın tarihinden mi örnek vereyim. Vermiyorum kardeşim. Benim bildiğim dilden, halen daha yaşayan benim kültürümden örnek veriyorum. Çünkü ben, varlığımında içinde bulunduğu kendi milletime anlatmaya çalışıyorum. Bildiğim başkada yöntem yok...

    İlk yazımın ikinci paragrafındaki din simsarlarına yaptığım göndermeyide mi fark etmediniz? Kusura bakmayın Mehmet bey. O zaman Buyurun önderlik yapın tarihimizdeki dersleri siz bize çıkartın ve bugün ülkemize dayatılan siyasi dayatmaların bu çağa göre yorumlayıp örneklerini anlayabileceğimiz bir dile çevirin.
    Bence siz konuya çok duygusal bakıyorsunuz. Son Halifeye duygusal bağınız yüzünden hem o günkü milletin hemde bu günkü milletin durumunu görmezden geliyorsunuz. Size karşı olan eleştirim halen devam etmektedir. Söylediğim gibi Yazımın sebebidir. Kütüp hanenizin ne kadar geniş olduğu beni ilgilendirmez. Benim bildiğim tek şey bilgiyi nasıl kullandığımdır. Çünkü bu hayatta bilgi var olmanın en önemli aracıdır. O aracın nasıl kullanılacağı çok önemlidir. Hayat sınavınında bu denklem üzerinden verileceğine iman etmişimdir. Ayrıca, ikimiz içinde birilerini çok seviyor olmak onu iyi anladığımız anlamına gelmez. Peygamberimizide çok seven var...
    Çarşamba, 15:11 • Beğen • 2

    YanıtlaSil
  8. Fatih Yilmaz Birileri cahilim cahilim beni aydinlat diye bagiriyor ama isine gelince nasilda kendi menfaatine bilgileri su ustune cikariyor.Ustelik bilgi de orada duruyor ama isine geldigi gibi yorumlamak her zamanki putperest davranisi.

    Gercekten ayip, ustelik uslup hic hos degil.
    Çarşamba, 15:14 • Beğen • 1


    Oguz Dogruyol Musta Bey. Yazı üzerine sizinle yaptığımız tartışmayı objektif olarak ortaya koymak için blogumuzda, buruda yaşanmış sırayı bozmadan aynı şekilde yayınlamak istiyorum. Yaptığımız bir iş olduğu için karşı durmayacağınızı düşündüm ama yinede sormak istedim. Aynı zamanda Gül ablamdan, Tibet Yıldız'dan, Serdal Öztürk'ten, Ozan'dan ve Fatih'ten de izin istiyorum.
    Dün, 15:46 • Beğen • 2


    Ozan Pekgöz Ben sevinirim...
    Dün, 15:52 • Beğenmekten Vazgeç • 1


    Mustafa Aksoy Oğuz bey burada yazdıklarım benim inandıklarımdır, sizin yazdıklarınız da sizin inandıklarınız. Kimsenin kimseden saklaması gereken yada yüzleşemeyeceği bir durum yok. Benim yazdıklarımı aynıyla ve istediğiniz ortamda yayınlayabilirsiniz. Benden yana sıkıntı yok ,diğer arkadaşlar konusunda herkes kendi cevabını verecektir tabii ki.
    Dün, 15:54 • Beğenmekten Vazgeç • 1


    Oguz Dogruyol Haklısınız Mustafa bey. Bende sizinle aynı fikirdeyim. Şunuda söylemek isterim.Amacım tartışmayı boşa harcamamaktır. Aynı milletin evlatlarıyız ve aynı potadayız. Sizde bu ülkenin kültürünü oluşturan bir bireysiniz. Derdim sizi işaret etmek değil, konuyu biryere taşımaktır. Taşımazsak yaptığımız iş gevezelikten öteye geçmeyecektir
    Dün, 16:04 • Beğen


    Mustafa Aksoy Aynı konuya farklı açılardan bakmak karanlıkta kalan noktaların yeniden gözden geçirilmesini sağlar inancındayım. Ama unutulmaması gereken şudur ki tarih süreci içinde yaşananlar yaşandığı andan uzaklaştıkça ve kulaktan kulağa aktarıldıkça aslından da uzaklaşır. Bunun sebebi aktarma işini üstlenenlerin olaylara kendi yorumlarını katmaları ve olay anındaki bütün faktörleri bilememelerinden kaynaklanır. Yine aynı şekilde teknolojinin ve iletişim araçlarının zaman içinde değişim göstermesi insanların algısını da doğrudan etkiler. Bireylerin sosyal ve ahlaki duruşları da algılarını ve yargılarını aynı şekilde etkiler. Neticede gerçek ve tam doğruya ulaşmamız imkansızlaşır. Ne kadar tartışırsak tartışalım salt doğruya ulaşamayacağımız gerçeğin ta kendisidir.Onun için yaşanan tartışmalar çoğu zaman dedikodudan daha ileri gitmeyecek kanaatindeyim.Hepinize selamlar.
    Dün, 16:14 • Beğen

    YanıtlaSil
  9. Asıl güzel olan, düşüncelerin karşılık bulması. Her alanda ki her sonucun başlangıcının bize ait olduğunun sorumluluğunu bir üzerimize alsak her şey daha kolay anlaşılacak diye düşünüyorum. Teşekkür ederim.

    YanıtlaSil
  10. İşte herşey ortada. Çağlar değişiyor insan değişmiyor. Sadece unutuyor yada yozlaşıyor. Çağlar öncesinde edinilmiş bilgiye dönüp dolaşıp yeniden geliyor. Şu çok kiymetli olan insan hayatina yazık....

    YanıtlaSil