Sayfalar

16 Haziran 2012 Cumartesi

#5 BÜYÜK TAARRUZ'DAN MARDI GRAS'A (I)


MÂNÂ


Kare kod (QR).
Okumasını bilen için bir mânâsı vardır.
Fıtratta (yaradılış, yapı, doğa, hayat) iki boyut vardır. Biri mânâ (anlam), öbürü madde boyutu. Biri ihmal edilirse, öbürü de muhakkak elden çıkacaktır. Ehliyetsiz araba kullanmak tek başına maddeye, araba kullanmadan ehliyeti yıllarca cepte gezdirmek tek başına mânâya örnek olabilir. 

Apartman komşuluğundan Uluslararası Uzay İstasyonu’na, insan eliyle geliştirilen hiçbir sistemi bu iki boyutlu temelden bağımsız değerlendiremeyiz. Ve bu iki boyutun at başı gittiğini unutmayalım. Ancak, kapitalist anlayışın belindeki padişah kuvveti ile ıstırap çeken dünyanın daha çok madde ekseninde aksadığını da göz önünde bulunduralım. Bundan ötürü, mânânın eksikliğinden dem vurmak yerinde olacaktır.

Ağlarsa anam ağlar, gerisi "nöral ağlar..."

RSS akışı besler gibi durmadan çalışan beyindeki sinir bağlantılarının her gün oluşturduğu binlerce düşünceyi bir akarsuya benzetelim. Bağlantıların bütünü de akarsu yatağı olsun. Nörobilim konusunda popüler seviyedeki kıt genel kültürümle şunu söyleyebilirim: Yatağın çizdiği yolda gitmeye mecbur olan ırmağın zamanla yatağı değiştirme özelliğine sahip olması gibi, düşünceler de onları oluşturan sinaptik (sinirsel) bağlantıları nitelik ve nicelik olarak değiştirebiliyor. Sonra daha farklı düşünceler oluşuyor. Daha farklı düşünceler, sinapsları daha daha farklı biçimlendirip yine gelecekteki düşüncelerin farklılaşmasını sağlıyor. Buyurun size nur topu gibi bir yumurta-tavuk döngüsü. 

Demek ki, bir önceki yazıda belirttiğim “verilenler-istenenler” hikâyesi ta beynimizin içinden itibaren geçerli. İlk düşünce kırıntısını ilk sinir hücresi yarattı veya ilk hücreyi bir düşünce (irade) yarattı... Hiç önemli değil. Asıl önemli olan, verileni değiştirme ve değişmiş olana yaslanma yeteneği. (Hem de sınırsız krediyle).

Bunun bir başka sonucu ise,
akarsu ile yatağın, düşünce ile beynin, yani az önce belirttiğim gibi mânâ ile maddenin etle tırnak gibi olduğudur. O halde, bu dengeyi gözettiğimiz sürece gerçekten özgürüz ve aslında ele ayağa takılmış prangalarımızın suçlusu bizleriz. (Umarım, bu vesileyle birileri rastgele akıllarına gelen her iki sözcüğü etle tırnağa benzetmeden önce iki kere düşünür). Gerçekte kişi, ne düşünüyorsa odur. Her insan, beynini kullandığı ölçü ve biçimde vardır. Yine de bu ölçü ve biçimin koşullar ve olanaklar tarafından dizginlendiğini gözardı etmiyoruz.


Şimdi, dilimiz yettiğince bazı örnekler verelim:

Ferforje demir

i) Altı ok, yalnızca zamanında CHP programına dahil edilen altı siyasî ilkeyi simgelemez. Altı ok aynı zamanda, Üçoklar (Dağ Han, Deniz Han, Gök Han) ve Bozoklar (Ay Han, Gün Han, Yıldız Han) demektir. Bugün ise altı ok, CHP'nin ferforje demiridir. 

Varlık sebebi olan mânâlara (Başta Mustafa Kemal Atatürk) sırtını döne döne Taşnaksütyun’u andıran CHP’yi tanıyabilen varsa buyursun, anlatsın! İnönü’den itibaren CHP’yi çekip çeviren kadroların beyin yapısına dair vakit harcamak benim işim değil. Önemli olan bundan sonrası. İşgal döneminde “Ama Devlet-i Âli var!” deyip 600 yılın sahibi olan milleti gâvur postalının altına iten münafıklara tarih nedense çok yer vermez. Peki, tarihi 100 yılı bulmayan CHP’ye halen daha Atatürk’ün partisi diyenler Atatürk gibi devrimci midir?


Ezber devirmek beyinsel etkinliğin önemli bir lokomotifidir.

 ii) Sovyet bloğu dağılıncaya değin "rejim" sözcüğü, devletin II. Dünya Savaşı sonrası benimsediği iç ve dış politikayı anımsatmıştır. “Amerikan güdümlü Sovyet aleyhtarlığı...” Doğu bloğu dağıldıktan sonra ise, bu sözcük nedense salt lâiklik olarak anlaşılagelmiştir. Burada dikkati çekmek istediğim şey, kavramların söylendiği döneme göre içeriklerinin değişebileceğidir.

Düz mantık (Aristo mantığı) sizi hesap etmediğiniz noktalara sürükler. Elbette doğru birdir. Ancak, sebep ve sonuçlar çok boyutlu olur.


Siz de çok boyutlu (analitik) düşünün.

Gaivs Ivlivs Cæsar

iii) Cæsar, Julii sülâlesinden Roma'nın başına geçmiş adamın adıydı. Öylesine etki bıraktı ki, bu isim imparatorluk makamının adı oldu. Hattâ, Rusların "çar" ünvanı ve bizdeki “Kayseri” de bu isimden gelir. Tahmin edeceğiniz gibi, Caesar’ın gerçek telâffuzu /kaesar/ veya /kayser/ olmalıdır. Zaten /sezar/ da İngiliz telâffuzudur.

Kullandığımız sözcüklerin tümü, beyninizdeki savaş meydanında birer askerdir. Lejyondaki her askerin huyunu suyunu, kökenini, kültürünü bilmek gibisi var mı?

Dil hakimiyeti, beyin hakimiyetinin anahtarıdır.

Antep Protestan Koleji
iv) Tevhid-i Tedrisat (Eğitim Birliği) devriminin esas hedefi kanser gibi yayılmış olan misyoner okullarıydı. Devlet okullarında devşirilmeden mezun olanlar savaşlarda yitirilmişti. Misyoner okullarında okuyanlarsa ülkeye yabancılaşıyor, vatan ve millet gibi kutsal değerler uğruna kendilerini ateşe atacak reflekslerden yoksun yetişiyor, dışarıya hizmet eder hale geliyorlardı. Üstelik, sayıları diğerlerinin iki katıydı! İşin komiği; dincisiyle (klâsik manyaklar), laikçisiyle (pozitivist manyaklar) bugünün her iki yobazı da hedefin medreseler olduğunda mutabıktır! (Bakmayın kanlı bıçaklı göründüklerine). Oysa, medreselere son vermek 56K’dan ADSL’ye geçmek gibiydi. Teknik bir detaydı. 


Hazır bilgi beyni güdük bırakır! Bağımlılığı kabul etmeyin ve iyi araştırın.

Kampanya tellalı ruhsuz yaratık

v) İndirimler, kampanyalar, sürpriz hediyeler... Bunlar erken kapitalist dönemde icat edilmiş pazar genişleten, stok eriten, düşük maliyetli reklam sağlayan tedbirler. Günümüzde işin rengi değişmiş durumda. Adamlar neyi alacağınıza kendileri karar veriyor ve hayatınızda söz sahibi oluyorlar! Süpermarket tahakkümü öyle bir noktaya geldi ki, artık ihtiyacınız olanı değil, size dayatılanı almak zorundasınız. Yoksa, “kazık” yersiniz. Bugün, ihtiyacınızı tam olarak karşılamayan filan şu üründe korkunç bir indirim var! Onun yerine ihtiyacınızı tam olarak karşılayan ürünü almak “enayilik” oluyor. O halde çok düşünmeyin ve kazık yemeyin. Bakın, mecbur bıraktılar. Mutlu musunuz?

Demek ki, sorgulamaya daha sabah kahvaltısında başlamak gerekiyor. Bolca sorgulayın.


Saydığım bu örnekler eleştiriye açık olmakla birlikte, örneklerden çıkartılan dersler uygulanırsa demir (ruh, akıl, beceri, tecrübe, vb) paslanmayacaktır. Zalimliği elden bırakmayan bir hayatın gerektirdiği uyanıklığa dair bir giriş yapabildiysem ne mutlu bana! 

Zulmü yenmek için gereken donanımı elde etmek uyanıklık ister. Uykuda yaptıklarımızdan belki bir sonuç çıkartılabilir ancak amacı ve anlamlı yoktur. Oysa, anlam yitimine uğrayanlar intihar bile edemezler...


Devam edecek...


OZAN PEKGÖZ
ozanpekgoz [*] gmail.com

10 Haziran 2012 Pazar

#04 MUSA'NIN YAHUDİLERİ VE ... (II)


Egemenlik, egemen deyip duruyoruz. Peki, ne demek bu kelimelerin anlamı?

Egemen: Yönetimini hiçbir kısıtlama veya denetime bağlı olmaksızın sürdüren, bağımlı olmayan, hükümran, hâkim.
Egemenlik: Egemen olma durumu.


Bu kelimeyi kullanıldığı yere göre farklı anlamlarla doldurabiliriz. Egemenlik kelimesi kişisel anlamda, yani kişinin kendi iç dünyasındaki devinimlerin kullanımı içinde kullanılabilir. “Kendine egemen” diye bir cümle kurulabilir. Fakat kelimelerin anlamını dahi bilmeden konuşan, çocuklukta ya da hayatta toplumsal öğretileri ile sorgulamadan otomatik olarak hareket eden kişi iç dünyasına, kendine egemen olabilir mi? Hayır! Neden? İnsan, farkına varmadan biriktirdiği bilgilerle bilinçli hareket ettiğini zanneder. Evet, zanneder.

İnsan bilinçaltı denen, onu hayatta tutan, hareketlerini otomatik yönlendiren bir akıl motoru ile hareket eder. Bu motorun hareketlerindeki kalite ise, oraya doldurduğu bilginin kalitesine bağlıdır. O bilgileri elden geçirmeyen ve dizayn etmeyen kendine egemen olamaz. Kendini kandırır. Toplumsal örfleri ile (doğru ya da yanlış) hareket eden kişi o bilgilerin egemenliği altına girer.

Konuyu kişiden bir millete bağlayalım. Çünkü hepsi birbirinin içinde. Konu devletin egemenliği olduğunda, tıpkı kişinin bilinçaltının kalitesi kişinin hareketlerinin kalitesini belirlediği gibi bir devletin eylemlerini de toplumu oluşturan bireylerin hüküm, yaşayış ve bireysel egemenlik kalitesi belirliyor. Bilinçaltı bilgi parçalarından oluşuyor. Devletinki de insanlardan. Devletin bilinçaltı, onu oluşturan kişilerin hareketleridir de diyebiliriz.

İki varlığın hayattaki yaşayışını bir değerlendirelim...
Devlet denen yapıyı kurmak ve yönetmek tıpkı bir aileyi kurmak ve yönetmek gibidir. Sadece, devlet daha karmaşık bir yapıdadır. Bunu biraz açalım. Aile birçok kişinin oluşturduğu bir yönetim ve hukuk sistemi gibidir. Devletin milletine hizmet etmesi gibi temelde aile de içindeki kişilere hizmet eder. Kültürümüzde aile kurumu monarşi, yani kısaca bir baş ile yönetilir. Bu başın dışındakiler söz sahibi değildir. ‘Rab ve kul’ ilişkisi gibi çalışır. Aile bireyleri kendi egemenlik haklarını yönetmek için yönetime katılamaz, dâhil olamaz. Bu durum devlete de yansır. Zira, kişilerin hareketleri kültür adı altında devletin hareketlerine sebep olan bilinçaltını oluşturur demiştik. Yönetime geçen yönetici bilinçaltında var olan, yönetimle ilgili olan bilgi ile hareket eder. Monarşi… Demokrasi yalanını söyler ama dayandığı yer bilinçaltıdır. O da ‘Rab ve kul’ mantığıdır.



Yöneten bu bilinçaltından hareket ediyor ise yönetilen ne yapıyor? O da kendi kültürel bilinçaltına danışıyor. Tıpkı ailedeki monarşiye boyun eğdiği gibi egemenliğini yöneticiye kayıtsız şartsız devrediyor. Egemenliğini her gün hayatında geçirdiği/yaşadığı sahada yaptığı gibi kendiliğinden devrediyor. Başka bir eylemde bulunmasını beklemek hayal olur sanırım.

Toplumu yönetmeye çalışan sistem sanki tepeden inmeymiş gibi görünür. Aslında yukarıdaki denklemden dolayı aşağıdan gelen bir kültürdür. Hmm...



Ailedeki kararları eleştiren bir birey, ailenin tüm imkânlarından mahrum bırakılır. Aileden bile dışlanabilir. Buradaki yöneticinin amacı bireyi yaşam imkânlarını elinden alarak susturmaktır. Şöyle de düşünebiliriz; yönetici mal benim, aile benim, kurallar benim, imkânlar da benim der. Kendi kurallarını koymak istiyorsan git kendi imkânlarını yarat da der aynı zamanda. Ki, bu onun doğal hakkı olarak da sayılabilir. Bu ego yönetimin şeklini belirler ve diğer bireylerin egemenlik haklarını yok sayar. Kendi egemenliğine hizmet etmeyen her bireyin egemenlik anlayışı yok sayılır. Çünkü kelime anlamı olarak bilmese de yönetici diğer bireyleri kul olarak görür. Tabi, bireyler bu kültürü bireysel olarak hayatın her alanında ve her anlamda reddetmediği sürece…


Yani, kişi teslim olmadığı sürece kimse ona egemen olamaz. Musa, Firavun ve İsrailoğulları kıssasındaki hisse de budur.

Bu sisteme hayatta bakalım. Test edelim.
Osmanlı, toprak kaybetmeye başladığı son dönemlerde kendi içenden çıkan bir halk Yunanistan'ı kurdu. O zamanlar bu olay Osmanlı halkının zoruna gitti. ‘Dünkü tebaa’ diye küçümsediler. O dünkü tebaa ordusu ile İzmir'den Anadolu'ya dalıverdi. Peki, bu Yunan bağımsızlık ilan ettikten sonra Anadolu'ya dalana kadar biz ne yaptık?

O sıralar sultana kul olmak ile meşguldük. Sultanın yönetimini sorgulamıyorduk veya yeni yeni kıpırdanmalar başlamıştı. Devlet'in başındaki yöneticinin kendini yücelttiği, halkı kul görme algısı devlet yöneticisinin bilinçaltındaki problemdi. Aslında milletin kültürel yaşayış hatasıydı. Çünkü bireyler bu sistemi her alanda yaşantıları ile destekliyordu.

Osmanlı’nın çöküşünü neden durduramadık? Hep hata başkasındaydı çünkü. Bu davranış biçimi yönetici ve bireyin her zaman yaptığı şeydir zaten. Yönetime bireyleri doğru yöntemle katmadığı için hatayı bireylere paylaştıramaz, bireyler de bilgiyi doğru yöntemle öğrenip uygulamadığı için sorumluluk alması gerektiği yeri idrak edemez. Kalıplaşmış, sorgulanmayan örf, gelenek, töre ve kültürün doğru bilgilere dayanması çok mühim bir konudur. Fıtratı, yani hayatı kuşatmayan bilgi insana bir fayda vermez.

Osmanlı’nın çöküşü ile ilgili dış mihraklar meselesi de vardır. O zamanlar da Amerikan, İngiliz, Fransız mandası olmak isteyen aile bireyleri çok fazlaydı, unutmayalım. Kendi egemenlik ve yönetim sorumluluğunu eline almak yerine başkasına devretme gönüllüleri… Aileye evlilik dışı baş ithal etmek isteyenler vardı. Aslında yönetimdeki hatanın sebebi bizde idi. Halkta... Tıpkı İsrailoğulları gibi.

Fakat sorumluluğu üzerine almak, egemenliğini kendi belirlemek isteyen aile bireyleri de vardı. Anadolu'da meclisi kuranlar. Atatürk önderliğinde kendi geleceklerini kendi yönetmek isteyenler.
Bakalım, bu aile bireylerinin başına ne geldi.

Bu gün de dâhil, her devlet gibi Osmanlı da devlet yapısını hazine sayesinde ayakta tutuyordu. Hepimiz biliyoruz ki, Anadolu'ya son geldiğimizde dımdızlaktık. Ertuğrul Gazi bir meclis kurdu. Vergi verdik, savaşlarda kanımızı dökerek ganimetlerin bedelini ödedik. Bu ailenin tüm varlığına ortaktık ve 600 yıl kadar da aile için çalıştık. Bütün her şeyine en az yöneticisi kadar ortaktık.


Dünkü Osmanlı tebaası İzmir'e çıktığında onların varlığını küçümseyerek yok sayamayacağımızı anladık.

Peki, ailenin yöneticisi ne yaptı? Aile bireylerinin egemenliğini, çekyatını, yatağını onlara açtı! Bir "Allah'ın gökten gönderdiği yardımcılar" demediği kaldı! Eğer deniz yoluyla gelmeseydi emin olun onu da derdi. Meclisi kuran asi aile bireyleri için bu doğal olarak hazmedilemezdi. Ayaklandılar. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi doğal olarak aile yöneticisi, ailenin imkânlarını bu bireyleri susturmak için kullandı. Halife, hazinenin ailenin ortak malı olduğunu düşünmedi bile. Ne kendinin, ne de devletin bilinçaltındaki kültürde var mıydı öyle bir şey? Tabi ki yoktu. Bireyler de her fırsatta yönetim yaptığı sahada kendini sultan, diğerlerini kul görüyordu.

Asilere karşı Halife ordusu kuruldu. Ailenin asi evlatlarının da biriktirdikleriyle kurulmuştu bu ordu. Asi evlatların üzerine yollandı. Doğal sonuç olarak, haklarının peşinde koşanlar bunları ezdiler. Diğer bir tarafta, ailenin içerisinde kendi menfaatlerini korumak isteyen, ağalık ve şeyhlik monarşisini sürdürmek isteyen ve bunu, aileyi İngiliz ve Fransız’a peşkeş çekerek yapmak isteyen başka aile bireyleri çıktı. Zannetmeyin ki, halifenin emrine uydular. Asiler meclis kurmak istiyorlardı ve o meclis denen "illet”, egemenliği kişinin kendi eline veriyordu. Bak sen şu asilere! Bu yancılar da Ankara'daki asilerin üzerine yürüdü. Daha önce olan doğal sonuç onların da başına geldi. O peşkeşçiler de ezildi.

Meclisi kuran asiler aslında dımdızlak ortadaydı. Tıpkı Anadolu'ya en son gelişlerindeki gibi... 600 yıldır döşeğini korumak için canıyla ve malıyla biriktirdiği hazine ve silah, kendisine "Rab" diyen ve öyle zanneden zevatın elinde kalmıştı.

Ne yaptı bu asiler, halife'nin ve diğer yancı şeyh-ağa takımının "kâfir" dediği asiler? Ertuğrul Gazi’nin meclisini Osmanlı İmparatorluğu haline dönüştüren o millet yeni bir gücü emeğiyle oluşturdu. Kurtuluş Savaşı’nı veren orduyu kurdu.

Bir devletin yönetiminin önemsenmemesinin, o varlığın nasıl kullanılıp yönetildiğiyle ilgilenmemenin cezası ağır bir tecrübe ile ödendi. Millet, kendi namusunu korumak için verdiği mücadelede daha Yunan'a can vermeden, kendi parası ile aldığı kurşunlar kendi canını aldı!  Kimisinin canına bu kurşunu Halife ordusu sıktı, kimisininkine ağalar, şeyhler. Egemenliğini başkasına teslim edenin geri almak için ödeyeceği bedel budur işte! Anlayana tabi…

Yeri gelmişken; bugün yarın yine, meclisteki işleri gelecekte beğenmeyecek, asi sayılacak aile bireyleri de kendi kurşunuyla vurulmasa iyi... Kendi parasıyla alınıp gözüne gözüne sıkılan biber gazı sayılır mı sayılmaz mı bilemem...

Anadolu'dan Yunan sökülüp atılarak denize dökülmüş, Sultan İngiliz gemisiyle ile kaçmıştır. Musa'nın düşmanlarının denizde yok oluşu gibi…

Yalnız, bizim milletimizin hikâyesi İsrailoğulları’ndan biraz farklı. Biz bedel ödedik. Kendi yarattığımız firavunumuzu kendimiz kendi ellerimiz ile boğduk. Canımızla. Bizde yılana dönen asa yoktu. Çekirge sürüleri ne Yunanistan'ı, ne İngiltere’yi, ne de İstanbul'daki sarayları sardı. Ne meclistekiler, ne de bu savaşı verenlerin elleri ışık saçıyordu. Ayakta çarık, manda kollarıyla, tahta süngülerle, tornadan geçmiş top mermileriyle ve daha neler nelerle…  Bunu nasıl becerdiler? Emekle! Çalışarak! Yapacakları işin bedelini önceden ödeyerek. Kredi kullanarak değil. Kredi tüketen Musa'nın Yahudileriydi. Biz değil.

İlk yazının başında söylediğim gibi, din adamları olayları biraz farklı anlıyorlar. Tanrının yeryüzüne yerçekimi kanunu gibi koyduğu, “doğru yöne harcanan emek” kanununu pek deşifre etmiyorlar. Herkes inancına göre davranabilir. God da diyebilir, kuantum da diyebilir, Nirvana  ya da tabiat ana… Ama bu emek kanunu değişmez. Tabi anlayana...

Kurtuluş mücadelesi verilirken, atalarımız göğüs göğse Anadolu’da Yunan'la boğuşurken,  İsrailoğulları’nın Musa'ya "sen geldin, başımız derde girdi” dedikleri gibi, İstanbul basını da “maceracılar”, “Bunlar bizi rezil edecekler” gibi görüşler, başlıklar atıyordu gazetelere. Yunan denize döküldükten sonra aynı gazetelerin başlıkları ve köşe yazarları “Bu bir mucize!” demiştir.

Atatürk bu gazeteler ve köşe yazarları için şöyle der: “Kimi basın bu yaptığımıza mucize diyorlar. Beyler bunu biz yapmadık mı?"

Atatürk'ün Yahudileri biraz farklıydı dediğim gibi. Hepsini zannetmeyin farklı olanlar. Sadece bedel ödeyenler farklıydı. O günkü İsrailoğulları’nın kültürel bilinçaltını taşıyan bu mucize bekleyenler farklı değildi. Onlar bilakis, o çağdan bu çağa hala aynı yaşıyorlar ve değişmediler.

"İsrailoğulları lânetlendiler. Peki, sebepleri soyları mıydı? Topluluk olarak tek bir soydular. Fakat bu onların ismi. Lânetlenen ise, karakterleri. O karaktere sahip oldukları için lânetlendiler. İkiyüzlü oluşları ve başkalarını da kendi kültürlerinde bozmaları yüzünden." diyerek lânetlenmeyi hak eden bir birey ya da toplum tipi olarak tanımlama yapmıştım bir önceki yazımda.


Cumhuriyet kurulduktan sonra ailedeki haklarını arayanlar meclisi kurarak, yönetim bilmeyenleri, mucizecileri, peşkeşçileri ve onları takip edenleri meclise bağladılar. Meclise bağlanmak bunların çok zoruna gitti. Egemenliğinin kendi elinde olması insanın neden zoruna gider, anlamam. Anlamadım da zaten. Sultana, ağaya veya şeyhe egemenliğini teslim edenler meclise kul olsalardı ne olurdu sanki? Fakat onlar kutsal sayabilecekleri insanları ancak ilah edinip onlara kul olabilirlerdi. Nitekim İsrailoğulları’nın gizliden gizliye inandıkları ve Musa'nın arkasından yaptıkları altından boğa Apis gibi ilk fırsatta meclisi sultan bozması ağa ve şeyhlerden oluşan temsilciler ile dolduracaklardı.

Korkarım, İsrailoğulları gibi lânetlendiğimizin resmidir.

Devam edecek...


OĞUZ DOĞRUYOL

odogruyol [*] gmail.com