Sayfalar

27 Mayıs 2012 Pazar

#03 ÇİKIN TRANSLEYT


İnsan, kendi içinde kusursuz bir varlık. Buna en iyi örnek olarak Dünya’yı verebiliriz. En ufağından en büyüğüne tüm canlılar, çevresiyle uyum ve içgüdüsel iş birliği içinde. Bu iletişimin bozulması sonucunda ölçmesi ve telafisi neredeyse imkânsıza varacak yıkımlar ve olumsuzluklar ortaya çıkacaktır. Bu olumsuzluklar hem bireysel, hem de toplumsal olacaktır. Birbirini parçalayacak, en sonunda kendini de dâhil edecek bu parçalanmaya.

İnsan bedenini koca dünya ile betimledik, insan bu dünyanın bir parçası. Doğası gereği de diğer insanlarla iletişim içinde. Bunda bir sıkıntı yok, ama üst satırlarda eskizini çizdiğimiz yıkımlar bugün kendi ellerimizle toplum içinde yayılıyor.

Bunlar iletişimsizlikten ileri gelen yıkımlar.

Bizler boş konuşan insanlarız, konuşuyoruz fakat iletişimimiz yok. İletişimden kasıt, teknolojinin sunduğu araçlar değil; bizzat bizim kullandığımız, "konuşmak" dediğimiz aracın ta kendisi.

Hadi ele alalım bakalım, bu adamın derdi nedir. Yukarıda bir kaç kelime ve kavram kullandık. Bunların anlamları ve kullanımları nelerdir, sizinle beraber inceleyelim.

İletişim farkına varmak ile başlar, kişinin veya nesnenin var olup olmadığını fark edemediğimiz anda da beyin tarafından beklemeye alınır.

Bizler konuştuğumuz kelimelerin ve anlamlarının farkında bile değilken, karşımızdaki birey veya toplum tarafından anlaşılmayı beklersek bu cidden komik olur... Evet, gülelim çünkü toplumlar bu konumda maalesef. Bizler konuştuğumuz kelimelerin anlamlarını bilmiyoruz, bu yüzden boş konuşuyoruz. Bu yüzden insan denen düşünebilen varlık (düşünen diyemiyorum, çünkü bu yeteneği olsa da insan genel olarak bunu tercih etmeyen -unutkan- bir varlık) hem mantık, hem de kültür olarak zayıf ve her an yıkıma maruz kalabilecek kadar dengesiz olacaktır. Hayatta dengesini bulamayan şeylerin kesinlikle yıkılacağına dair elimizde milyonlarca örnek var. Ama insanın mantıksal ve düşünsel dengesizliğin sonucu ise, kendisinin değil toplumun/toplumların yıkılışının sebebi olacaktır ve buna kendisi de dâhildir.

Bu konuyu sizinle daha basite indirgeyerek, hayatta yaşanmış şeylerle destekleyerek anlatmak daha iyi. Hem sizinle iletişimimiz artacak, hem de toplumun kilit taşlarının nasıl zayıflatıldığı ve bağlarının nasıl parçalandığını daha rahat görebileceğiz bu şekilde.

Not: Verilen örneklerde kavramlar ya da inançlar değil, kelime yanlışlarına odaklanmanızı isterim. Kavramların ya da inançların içlerinin boşalması, kullandığımız kelimelerin anlamlarını bilmediğimizden, daha doğrusu işimize geldiği gibi anlamak istediğimizden kaynaklanmaktadır.

Yaşanan örnekler:

2 arkadaş sohbet ediyorlar din üzerine. İkisi de karakter olarak düzgün.
Bir ara birisi konuşmaya başlıyor;

- Abi içki haramdır, yasak edilmiştir.

Tamam burada bir sıkıntı yok. Sohbetin 10 dakika sonrasında başka bir yere takılıyor kulağım ister istemez;

- Abi üç aylardayız, haram aylar.

O sırada müdahale etmek gereği hissediyorum ve soruyorum: "...sen az önce içki haramdır dedin, şimdi de İslam alemi için kutsal olan aylara haram aylar diyorsun. Ben anlamadım." diyorum. Çünkü az önce haram kelimesinin sınırlarını net bir biçimde "yasak" olarak belirledi.

Cevap daha da korkunç:

“O aylarda haram olan şeyler kesinlikle yapılmaz da ondan.” diye bir cevap geldi. Tamam dedim ve "harem" kelimesinin de haram ile aynı köke sahip olduğunu söyleyip buna ne diyeceksiniz diye sordum. Aldığım cevap yine aynı oldu; "Bakılması ya da münasebette bulunulması yasak olan" diye net bir şekilde sınırını çizdi.

Peki işin doğrusu nedir? Ve toplumun zeminini çökertip yıkacak olan nokta(lar) nedir, hadi beraber bakalım.

1- Yasak.

2- O aylarda kesinlikle yasak.

3- İletişimde bulunulması yasak.

Bu üç cevabı aldık. Üçü de yasak. Şimdi bir şeyler daha net şekilleniyor ve mantık hataları daha da netleşiyor.

Arapça kökenli "haram" kelimesi, sözlük anlamı itibarıyla "dikkat edilmesi gereken" anlamına gelir. Bu açıklamadan sonra 1. ve 3. örnek daha da berkitilmiş kavram olarak netleşmiş oldu. Peki ya 2. örnekteki, kişinin kendi çıkarları uğruna kavram-anlam-kuralları esnetmesini fark ettiniz mi?

"O aylarda haram olan şeyler kesinlikle yapılmaz da ondan."

Yani sonuç olarak, aslında diğer aylarda yapılabilir alt anlamını iyice fark ettiğinizi görebiliyorum. Bu sadece bir örnekti. Bunlar kelime bazında iletişimsizliği ve insanın egosunun, istekleri (çıkarları) doğrultusunda nasıl sesleri ve anlamları bükebildiğinin bir örneğidir.

Kelimeler, anlamlarını bilerek konuştuğumuzda zihnimizi açacak ve bizi daha iyi yaşamaya itecek, daha doğru işler yapmamızda aracı olacaktır. Diğer türlü, bocalamaktan öte gidemeyeceğimiz gün gibi ortadadır.

Bir kaç örnek daha verelim çok uzatmadan.

Diğer bir söz: "Başınız sağ olsun", burada açıkça ölen kişinin önemsenmemesi vurgulanıyor. Cenazeye katılanların hiç fark etmeden klişe olarak sarf ettikleri sözler. Olan oldu, ölen öldü, fakat sen yaşa. Sanki senin başın sağ olsun da gerisi önemli değil dermiş gibi bir vurguya sahip.

Olması gereken nedir? Basit. Allah günahlarını affetsin, size sabır versin, budur...

Diğer bir bakış açısı, padişahımız çok yaşasın vasfındadır.

Peki, kullanılması gereken doğru yer nedir? Şehit olmuş birisinin ya da vatan uğruna canını vermiş birisinin yakınına söylenen teselli sözüdür. Canını feda eden kişi, feda ettiği uğurda, bildiği yolda, bildiği amaç uğruna canını verdi; vatan için canını verdi. Bu yüzden "Başınız/başımız sağ olsun" sözü, bir yerde devletimiz, vatanımız var olsun anlamına gelmektedir ve her yerde kullanmamak gerekir.

Yardım kelimesi... İşte, benim kanayan yaramdır bu kelime! Neden? Şimdi de ona değinelim.

Ben bir kelimenin anlamını bulamadığım çözemediğim zaman, eğer anlamını öğrenecek imkana uzaksam (sözlük, internet, abi, abla gibi) kafamda modeller ve başına soru ekleri getiririm. Hadi beraber yapalım.

Yardım,

Yardım nedir?

Kime yardım?

Neden yardım?

Nasıl yardım?

Ne için yardım?

Ne zaman yardım?

Şimdi de ardını dolduralım en basit ve en saf haliyle.

Yardım nedir? > El uzatmak.

Kime yardım? > İhtiyacı olana, muhtaç olana.

Neden yardım? > İhtiyacı var, imkanı yok.

Nasıl yardım? > İhtiyacını karşılayacak şekilde, ne olursa.

Ne için yardım? > İnsanlık namına ihtiyacı olan birine el uzatmak için.

Ne zaman yardım? > İhtiyacı varken.

Şimdi, yukarıda en çok kullanılan kelimeler ihtiyaç ve muhtaç. İhtiyacın anlamı belli: gereksinim, yokluk ve yoksulluk vb. Muhtaç da ihtiyacı olan kimse demektir.

Şimdi acı taraf geliyor. "Marshall Planı, II. Dünya Savaşı sonrasında, 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketidir. Aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 16 ülke, bu plan uyarınca ABD'den ekonomik kalkınma yardımı almıştır."

Bu yardımlar içinde neler var? Marshall yardımı peynir, süt tozu, balık yağı... Silah, para vs. de dahil.

Burada ne gösterilmek isteniyor tüm dünyaya bir düşünelim; "Türkiye, bizim vereceğimiz süt tozuna muhtaçtır!" Gerçekten mi?

Yani... Ne yanisi yahu? Acı, çok acı bir durumdur bu. İçinden çıkamayız çünkü olmuş bitmiştir ve sonuçları yıllarca acı acı sürecek bir yıkımın başlangıcı olacaktır.

Bizler ise, yardım kelimesini "hibe edilen" anlamında algılarız. Ve yarım asırdan fazladır bu aldanmanın acısını yaşıyoruz. Hem bireyler, hem de toplum olarak.

Toplumsal körlüğün bir diğer ucu da atasözleri.

İyi insan lafının üzerine gelir. / İti an çomağı hazırla.

Nerede hareket orada bereket. /  Nerede çokluk orada pislik.

Harama uçkur çözülmez. / Güzele bakmak sevaptır.

Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır. / Lafla peynir gemisi yürümez.

Eğri otur doğruyu söyle. / Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.

Bunların kasıtlı olarak toplumlara yerleştirildiğini düşünürdüm bir zamanlar, ama yerleştireni daha yeni bulabildim.

Kim?

İnsanın ta kendisi... Kendi içinde çelişkiye düşen ve bunu bilerek görmezden gelen tembel ve çıkarcı insanın ta kendisi.

İletişimsizlik neden bu kadar önemlidir? Sebebi basit; yaşadığımız dünyada hayatta kalmanın tek yoludur da ondan. İletişim fark etmekle başlar demiştik.

Bu konumda doğal iletişim önce tehlikeli ve güvenli olan noktaları fark ederek hayatımızı düzenlememize yardımcı olur. Sivri bir şey gördüğümüz (fark ettiğimiz) zaman hemen ondan sakınırız ve eğer o şeyi kullanacaksak dikkatli oluruz... Çünkü hataya yer yoktur. Canımızdan olabiliriz.

İşte bahsettiğimiz, insanlığın sonunu getirecek felaketi de burada fark ediyoruz. Söylenilen (sarf edilen) kelimelerin anlamlarını bilmiyoruz. Bunları hatalı kullandığımız için sonunda kazalar yaşamak kaçınılmaz bir durum oluyor. İnsan fark edemiyorsa bu işi başka yerlere havale ediyor ve suçu üzerinden atıyor.

Yani yine işine geldiği şekilde anlam ve kavramları nasıl eğip bükebiliyorsa aynısını olaylar ve sonuçlar üzerine de yapıyor.

Toplumlar bir anda çöküşe ya da yükselişe geçmezler, bunun sonucu olarak anlıyoruz ki, yükseliş ya da çöküş yavaş yavaş gerçekleşir. Bugün elimize bir sözlük alıp baksak, hem de günlük hayatta en çok kullandıklarımıza baksak; tahminim 100 kelimeden 30-35’ini doğru bilmiyor ama toplum olarak yanlış bildiğimiz gibi kullanıyor olduğumuz ortaya çıkacaktır.

Kelimeler neden bu kadar önemli, onun da altını çizelim. Bir kelime kolayca vücut bulmuyor, hatta bazı yabancı kelimelerin çevirisini yapamıyoruz. Kelimeyi anlatmak için çıktığı ya da temellendiği olayı, hikâyeyi, durumu anlatmamız gerekiyor.

Resim - İlya Repin
Örneğin, "burlak" (Tatar Türkçesi) kelimesini alalım. Burlak, Çarlık Rusyası’nda Volga (İtil) ırmağının kıyısında, sadece günlük yemek karşılığı gemileri akıntıya karşı halatlarla çeken insanların adıydı. Şimdi, o dönemde altı yüz bin burlak olduğu söyleniyor ve bunlardan yüz elli bininin hayatlarını kaybettiği söyleniyor (kışın zorlu şartlarda kalacak yer yok ve iş imkanları az ve en az paraya çalıştırılıyorlar).

Toplum bu (acı) olayı yaşamış ve bunu bir kelime ile bir sonraki nesline aktarıyor. Bizler bu kelimenin anlamını bilmediğimiz için bize bir anlam ifade etmiyor, bizim dilimizde karşılığı yok.

Yani, bir toplum bulduğu, yaşadığı, icat ettiği şeyleri kelimelere döküyor. Bizler ise, kelimeleri anlamlarını bilmeden sarf ediyoruz. "Sarf" kelimesini ele alalım. Arapça kökenli ve kullanmak, tüketmek, ödemek, vermek gibi anlamlara geliyor. İsraf kelimesi ile aynı köke sahip. Bizler "boş sözler sarf ediyoruz"un anlamını en iyi kendi içinde buluyoruz... Çünkü yazının başında da dediğimiz gibi boş konuşuyoruz. Aslında boş konuşmuyor, konuştuklarımızı kendi işimize gelecek şekilde büküyor, eğiyor ve karşı tarafa öyle satmaya çalışıyoruz. Ne de olsa konuşmak ve kavga etmek için iki kişi lazımdır. Biri "ben" oluyor, dinleyen de diğeri...

Büyük binaları düşünelim, yüz binlerce küçük elemandan (yapı taşı) oluşuyor. Şimdi, bu bina toplumdur. Bu binayı istediğiniz gibi modelleyebilir ve etiketleyebilirsiniz - iyi yada kötü. Binayı oluşturan her 100 malzemeden 30’unu yanlış kullandığımızı gözden geçirelim; sonuç sizce ne çıkacaktır? Tabi ki, yapının yıkılacağı anlamına gelir. Şimdi de örneği elle tutulur hale getirelim; toplum "dil" adı verilen yapı ile, kelime ve söz adı verilen harç ile yapıştırılmış insanların var olduğu bir kitledir (Toplum olmak için "sadece aynı dili konuşmak" anlaşılmasın). Bu toplum yanlış bildiği kelimelerden dolayı ölümler, kazalar, yanlışlıklar yaşıyor. Bedelleri başkalarına ödetilerek yanlışlıklar telafi ediliyor.

Başka bir örnek:

Bir siyasetçi çıkıp televizyonda gayrı safi milli hasıladan bahsediyor kişi başı 15.000 dolar, ama bende o kadar para yok. Kısacası bazı yerlerde bilerek kabul ediyoruz ve köle oluyoruz bu yaşayış şekline. Üretim arttı diyor başka bir haber. Üretimin artması daha fazla makineleşme, daha fazla kaynak kullanımı ve daha az işçi çalıştırmakla olur. Dolayısıyla, üretimin artması toplumu refaha götürmez. Sadece seni beni kandırır.

Burada da anlamını bilmediğimiz kavramların sadece büyüme gösteriyor diye, toplumda olumlu kabul edildiğini görüyoruz. İlk örnekten ikinci örneğe:

Bireysellikten evrenselliğe nasıl hataların taşındığını görebiliyoruz. Az önce 100 kelimenin 30’unu bilmiyorduk. Şimdi ise, yapılan 100 işin 30’unun (ve belki çok daha fazlasının) toplum yararına olmadığını fark ediyoruz.

Burada çok daha acı, çok daha sert bir durum ortaya çıkıyor göremediğimiz.

İlk örneklerde bahsettiğimiz "kişinin sözleri kendi menfaatine göre eğip bükmesi” durumu, şimdi toplumsal olarak yanlışlara sürüklendiğimizin ve toplumsal faydaların yerine bireysel çıkarların gözetildiğini daha net ortaya koyuyor.

Uzun bir cümle ve ayrı kavramları birleştirerek oluşturduğumuz/vardığımız sonuç: Nasıl ki, bu yazıyı size örneklemeden önce bu kavramlara yabancıydık - şimdi tanıdınız - nelerin ortaya çıktığını da şimdi çok daha rahat görebiliyoruz. Bakın, yine farkındalığın bir sonucu daha ortaya çıkıyor.

"Öğrenme"

Kimse öğrenemediğinden dem vurmasın. Bilgi daima orada, siz ne kadar isterseniz o size o kadar yaklaşır. Bir sözcüğü gerçekten doğru kullanıyor muyum diye sözlüğe bakmak dünyanın en zor şeyi değil maalesef. Sonra da "ben yanlış bir şey mi söyledim de olmadı" diye hayıflanmayı biliyor insan.

Sert bir geçmiş yaşadık; geçmişi herkesi rahatsız eder ama kimse geçmişini sorgulamaz. En basitinden, 70-80’li yılları ele alalım. Bu yıllarda insanlar iki ideolojinin peşinden gitmişlerdir. Bunlardan birisi sağ, diğeri de sol akımdır. Bence dünyanın en ahmak insanlarıdır bu iki grubu oluşturan üyeler. Neden diye sert bir ünlem belirdi kafanızda, soru işareti değil ünlem... Evet, tahmin edildiği gibi anlamını bilsek de kavramın bütünlüğünü bilmediğimizden kaynaklanıyor bu ünlem. Şimdi de "nasıl" kısmına geçelim.

Dünya üzerinde insanların yaşayışı iki etmenden oluşur; bunlar karar ve eylemdir. Bir insan su içmek için önce suyu düşünür, bir bardak düşünür; elindeki kaynaklardan (musluk suyu şişe suyu vs) biriyle bardağı doldurur ve içer. Lafı fazla uzatmayayım, bir insanın kafasını kesin; suyun 1 cm yanına koyun. Bir damla içemeyeceğini göreceksiniz. Peki ya diğer taraf, yani kafasız bir gövde? İstediği yere gidebilir ama suyu bulamaz. Eh, hadi buldu diyelim... Neresiyle içecek?

Devrim ve ülkü iki el gibidir. Önünüze çıkan engellerde birisi tutar, diğeri yıkar. Karar ve uygulama gibidir. Kısacası, birbirinden ayrılmaz/ayrılamaz iki kavramdır. Her ikisi de direksiyonsuz veya tekerleksiz araba gibidir. İşte hata burada başlıyor! Devrim nedir? Bir ülküyü gerçekleştirmek için yapılan engel yıkma hareketidir. Peki, ülkü nedir? Ulaşılmak istenen hedeftir, amaçtır.

Karar ve eylem mekanizmasında, her ikisi de önemlidir ve birbirinden ayrılamaz. Bunları ikiye ayırıp insanlara verirseniz (bu yapıldı ve sonuçlarını neredeyse 50 yıldır) görüyoruz, ortaya sadece toplumsal yıkım gelir.

İki basit kelime...

Sadece iki basit kelimenin anlamını düşünmeden ortaya atılan, birbirini kesen öldüren vuran modern ve ileri görüşlü insanlardan bahsediyoruz... Birbirini parçalayan modern insanlar. İki basit kelime, ta en baştan ayrılıyor. Altında bir dolu külliyat... Otursan haftalarca iki taraf da doğruluğunu tartışır ve haklılar da... Ama basit bir şeyi kaçırmışlar: “En başını!” Ülkü ve devrimin bütün olduğunu... Orada ayırmışlar. Geriye kalan, külliyatın tekleşmesi. Ama kavgayı bir şey için vermeleri gerekirken biri ülkü (!) için ölüyor, biri de devrim (!) için. Bundan sonra sorulması gereken soru şu: Aslında ne için öldüler?  Bir söz vardır, "bizi hayallerimiz birleştirir ama fikirlerimiz ayırır" diye.

Peki suç kimde ya da suçlu kim? (Günah keçisi aramıyorum).

İnsanın ta kendisi, kendi içinde çelişkiye düşen ve bunu bilerek görmezden gelen tembel ve çıkarcı insanın ta kendisi...

Toplumsallıktan bireyselliğe, aynı kavramlar halen var. Ve insanın aynı çıkarcı yönü bireysellikten toplumsallığa halen devam etmekte.

Ve tabi ki, iletişimimizle, farkındalığımızla, hatalarımızla kendi sonumuzu kendi ellerimizle besliyoruz.


FATİH YILMAZ

vigiliante [*] yahoo.com

1 yorum:

  1. fikrine ve ellerine sağlık fatih ciğim.. son derece detaylı,kendi içinde bölümlere gayet de birbiriyle bağlantılı şekilde detaylı ayrılan bir yazı olmuş..tabii ikısa sürede senin düşündüğün gibi fikir sunabilmek kolay değil,o detaylara hakim olmak için birkaç kez farklı ruh halleriyle okumak lazım..sadece 2 tane düşünce belirdi okurken(o da ilk okumada)insan faktörünün olduğu yerde çelişki kaçınılmaz çünkü yaşadığımız sistem bizi beklentilerimize aç bırakmaya dayalı bir sistem..hal böyle olunca daimi bir arayış( -kişiden kişiye farklı şekillerde tezahür edebilir-)kendini ifade edebilme boyutunda söz konusu olacaktır (aslında ben biraz da buna göre ayırırım insanları tembel ve çalışkan diye)ve tabii bunun doğal sonucu gerçeğimiz maddi manevi elde edebildiklerimize göre şekillendiğinden değişim kaçınılmaz olacaktır..insanın idealist bir şekilde güzelliği araması bence çok hoş bir durum ama iş gaddar bir yarışa çevrildiğinde üstelik bir de insan egosu da devreye girdiğinde (ki bu da ayıp değil ,insanın olduğu her yerde ego da vardır)kişisel tatminsizlikleri arttırır..ticarette bu dediğim şeyin iflasa götüren sonuçlarını görmekteyiz..sonuçta işin psikolojik boyutunda son derece çelişki barındıran bir çözüm var o da hiç kimseye özel anlamlar yüklememek..kişi her şekilde karşısındakinin olduğu gibi kendisini ifade etmesini kabul ederken onunla hiçbir şekilde duygusal bağlantı kurmaz,kurarsa zaten anlam yüklemeye başlayacağından diğer kişinin ifade sürecini teste tabi tutmaya başlayacaktır ki o zaman bu direk anlam yüklemektir ki ona göre anlaşabildiğimiz ve anlaşamadığımız diye kategorize ederiz herkesi..ama mesela yukardaki çelişkili çözüm çoğu zaman hiç tanımadan yargıladığımız insanların bizi rahatsız eden hareketlerine karşı ilaç niteliğinde bir çözüm..daha az sinirleniyorsun,daha sakin ve mantıklı düşünebiliyorsun vs..

    .

    YanıtlaSil