İnsan, kendi içinde kusursuz bir varlık.
Buna en iyi örnek olarak Dünya’yı verebiliriz. En ufağından en büyüğüne tüm
canlılar, çevresiyle uyum ve içgüdüsel iş birliği içinde. Bu iletişimin
bozulması sonucunda ölçmesi ve telafisi neredeyse imkânsıza varacak yıkımlar ve
olumsuzluklar ortaya çıkacaktır. Bu olumsuzluklar hem bireysel, hem de
toplumsal olacaktır. Birbirini parçalayacak, en sonunda kendini de dâhil
edecek bu parçalanmaya.
İnsan bedenini koca dünya ile betimledik,
insan bu dünyanın bir parçası. Doğası gereği de diğer insanlarla iletişim
içinde. Bunda bir sıkıntı yok, ama üst satırlarda eskizini çizdiğimiz yıkımlar
bugün kendi ellerimizle toplum içinde yayılıyor.
Bunlar iletişimsizlikten ileri gelen
yıkımlar.
Bizler boş konuşan insanlarız,
konuşuyoruz fakat iletişimimiz yok. İletişimden kasıt, teknolojinin sunduğu
araçlar değil; bizzat bizim kullandığımız, "konuşmak"
dediğimiz aracın ta kendisi.
Hadi ele alalım bakalım, bu adamın derdi
nedir. Yukarıda bir kaç kelime ve kavram kullandık. Bunların anlamları ve
kullanımları nelerdir, sizinle beraber inceleyelim.
İletişim farkına
varmak ile başlar, kişinin veya nesnenin var olup olmadığını fark edemediğimiz
anda da beyin tarafından beklemeye alınır.
Bizler konuştuğumuz kelimelerin ve
anlamlarının farkında bile değilken, karşımızdaki birey veya toplum tarafından
anlaşılmayı beklersek bu cidden komik olur... Evet, gülelim çünkü toplumlar bu
konumda maalesef. Bizler konuştuğumuz kelimelerin anlamlarını bilmiyoruz, bu
yüzden boş konuşuyoruz. Bu yüzden insan denen düşünebilen varlık (düşünen
diyemiyorum, çünkü bu yeteneği olsa da insan genel olarak bunu tercih etmeyen
-unutkan- bir varlık) hem mantık, hem de kültür olarak zayıf ve her an yıkıma
maruz kalabilecek kadar dengesiz olacaktır. Hayatta dengesini bulamayan
şeylerin kesinlikle yıkılacağına dair elimizde milyonlarca örnek var. Ama
insanın mantıksal ve düşünsel dengesizliğin sonucu ise, kendisinin değil
toplumun/toplumların yıkılışının sebebi olacaktır ve buna kendisi de dâhildir.
Bu konuyu sizinle daha basite
indirgeyerek, hayatta yaşanmış şeylerle destekleyerek anlatmak daha iyi. Hem
sizinle iletişimimiz artacak, hem de toplumun kilit taşlarının nasıl
zayıflatıldığı ve bağlarının nasıl parçalandığını daha rahat görebileceğiz bu
şekilde.
Not:
Verilen örneklerde kavramlar ya da inançlar değil, kelime yanlışlarına
odaklanmanızı isterim. Kavramların ya da inançların içlerinin boşalması,
kullandığımız kelimelerin anlamlarını bilmediğimizden, daha doğrusu işimize
geldiği gibi anlamak istediğimizden kaynaklanmaktadır.
Yaşanan örnekler:
2 arkadaş sohbet ediyorlar din üzerine.
İkisi de karakter olarak düzgün.
Bir ara birisi konuşmaya başlıyor;
- Abi içki haramdır, yasak edilmiştir.
Tamam burada bir sıkıntı yok. Sohbetin 10
dakika sonrasında başka bir yere takılıyor kulağım ister istemez;
- Abi üç aylardayız, haram aylar.
O sırada müdahale etmek gereği
hissediyorum ve soruyorum: "...sen az önce içki haramdır dedin, şimdi de
İslam alemi için kutsal olan aylara haram aylar diyorsun. Ben anlamadım."
diyorum. Çünkü az önce haram kelimesinin sınırlarını net bir biçimde "yasak"
olarak belirledi.
Cevap daha da korkunç:
“O aylarda haram olan şeyler kesinlikle
yapılmaz da ondan.” diye bir cevap geldi. Tamam dedim ve "harem"
kelimesinin de haram ile aynı köke sahip olduğunu söyleyip buna ne
diyeceksiniz diye sordum. Aldığım cevap yine aynı oldu; "Bakılması ya da
münasebette bulunulması yasak olan" diye net bir şekilde sınırını
çizdi.
Peki işin doğrusu nedir? Ve toplumun
zeminini çökertip yıkacak olan nokta(lar) nedir, hadi beraber bakalım.
1-
Yasak.
2-
O aylarda kesinlikle yasak.
3-
İletişimde bulunulması yasak.
Bu üç cevabı aldık. Üçü de yasak. Şimdi
bir şeyler daha net şekilleniyor ve mantık hataları daha da netleşiyor.
Arapça kökenli "haram" kelimesi,
sözlük anlamı itibarıyla "dikkat edilmesi gereken" anlamına
gelir. Bu açıklamadan sonra 1. ve 3. örnek daha da berkitilmiş kavram
olarak netleşmiş oldu. Peki ya 2. örnekteki, kişinin kendi çıkarları
uğruna kavram-anlam-kuralları esnetmesini fark ettiniz mi?
"O
aylarda haram olan şeyler kesinlikle yapılmaz da ondan."
Yani sonuç olarak, aslında diğer
aylarda yapılabilir alt anlamını iyice fark ettiğinizi görebiliyorum. Bu
sadece bir örnekti. Bunlar kelime bazında iletişimsizliği ve insanın egosunun,
istekleri (çıkarları) doğrultusunda nasıl sesleri ve anlamları bükebildiğinin
bir örneğidir.
Kelimeler, anlamlarını bilerek
konuştuğumuzda zihnimizi açacak ve bizi daha iyi yaşamaya itecek, daha doğru
işler yapmamızda aracı olacaktır. Diğer türlü, bocalamaktan öte gidemeyeceğimiz
gün gibi ortadadır.
Bir kaç örnek daha verelim çok uzatmadan.
Diğer bir söz: "Başınız sağ
olsun", burada açıkça ölen kişinin önemsenmemesi vurgulanıyor.
Cenazeye katılanların hiç fark etmeden klişe olarak sarf ettikleri sözler. Olan
oldu, ölen öldü, fakat sen yaşa. Sanki senin başın sağ olsun da gerisi önemli
değil dermiş gibi bir vurguya sahip.
Olması gereken nedir? Basit. Allah
günahlarını affetsin, size sabır versin, budur...
Diğer bir bakış açısı, padişahımız çok
yaşasın vasfındadır.
Peki, kullanılması gereken doğru yer
nedir? Şehit olmuş birisinin ya da vatan uğruna canını vermiş birisinin
yakınına söylenen teselli sözüdür. Canını feda eden kişi, feda ettiği uğurda,
bildiği yolda, bildiği amaç uğruna canını verdi; vatan için canını verdi.
Bu yüzden "Başınız/başımız sağ olsun" sözü, bir yerde devletimiz,
vatanımız var olsun anlamına gelmektedir ve her yerde kullanmamak gerekir.
Yardım
kelimesi... İşte, benim kanayan yaramdır bu kelime! Neden? Şimdi de ona
değinelim.
Ben bir kelimenin anlamını bulamadığım
çözemediğim zaman, eğer anlamını öğrenecek imkana uzaksam (sözlük, internet,
abi, abla gibi) kafamda modeller ve başına soru ekleri getiririm. Hadi beraber
yapalım.
Yardım,
Yardım nedir?
Kime yardım?
Neden yardım?
Nasıl yardım?
Ne için yardım?
Ne zaman yardım?
Şimdi de ardını dolduralım en basit ve en
saf haliyle.
Yardım nedir? > El uzatmak.
Kime yardım? > İhtiyacı olana, muhtaç
olana.
Neden yardım? > İhtiyacı var, imkanı
yok.
Nasıl yardım? > İhtiyacını karşılayacak
şekilde, ne olursa.
Ne için yardım? > İnsanlık namına
ihtiyacı olan birine el uzatmak için.
Ne zaman yardım? > İhtiyacı varken.
Şimdi, yukarıda en çok kullanılan
kelimeler ihtiyaç ve muhtaç. İhtiyacın anlamı belli: gereksinim, yokluk ve
yoksulluk vb. Muhtaç da ihtiyacı olan kimse demektir.
Şimdi acı taraf geliyor. "Marshall
Planı, II. Dünya Savaşı sonrasında, 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları
arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketidir.
Aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 16 ülke, bu plan uyarınca ABD'den ekonomik
kalkınma yardımı almıştır."
Bu yardımlar içinde neler var? Marshall
yardımı peynir, süt tozu, balık yağı... Silah, para vs. de dahil.
Burada ne gösterilmek isteniyor tüm
dünyaya bir düşünelim; "Türkiye, bizim vereceğimiz süt tozuna muhtaçtır!"
Gerçekten mi?
Yani... Ne yanisi yahu? Acı, çok acı bir
durumdur bu. İçinden çıkamayız çünkü olmuş bitmiştir ve sonuçları yıllarca acı
acı sürecek bir yıkımın başlangıcı olacaktır.
Bizler ise, yardım kelimesini "hibe
edilen" anlamında algılarız. Ve yarım asırdan fazladır bu aldanmanın
acısını yaşıyoruz. Hem bireyler, hem de toplum olarak.
Toplumsal körlüğün bir diğer ucu da
atasözleri.
İyi insan lafının üzerine gelir. / İti an
çomağı hazırla.
Nerede hareket orada bereket. /
Nerede çokluk orada pislik.
Harama uçkur çözülmez. / Güzele bakmak
sevaptır.
Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır. /
Lafla peynir gemisi yürümez.
Eğri otur doğruyu söyle. / Doğru söyleyeni
dokuz köyden kovarlar.
Bunların kasıtlı olarak toplumlara
yerleştirildiğini düşünürdüm bir zamanlar, ama yerleştireni daha yeni
bulabildim.
Kim?
İnsanın ta kendisi... Kendi içinde
çelişkiye düşen ve bunu bilerek görmezden gelen tembel ve çıkarcı insanın ta
kendisi.
İletişimsizlik neden bu kadar önemlidir?
Sebebi basit; yaşadığımız dünyada hayatta kalmanın tek yoludur da ondan.
İletişim fark etmekle başlar demiştik.
Bu konumda doğal iletişim önce tehlikeli
ve güvenli olan noktaları fark ederek hayatımızı düzenlememize yardımcı olur.
Sivri bir şey gördüğümüz (fark ettiğimiz) zaman hemen ondan sakınırız ve eğer o
şeyi kullanacaksak dikkatli oluruz... Çünkü hataya yer yoktur. Canımızdan
olabiliriz.
İşte bahsettiğimiz, insanlığın sonunu
getirecek felaketi de burada fark ediyoruz. Söylenilen (sarf edilen)
kelimelerin anlamlarını bilmiyoruz. Bunları hatalı kullandığımız için sonunda
kazalar yaşamak kaçınılmaz bir durum oluyor. İnsan fark edemiyorsa bu işi
başka yerlere havale ediyor ve suçu üzerinden atıyor.
Yani yine işine geldiği şekilde anlam
ve kavramları nasıl eğip bükebiliyorsa aynısını olaylar ve sonuçlar üzerine de
yapıyor.
Toplumlar bir anda çöküşe ya da yükselişe
geçmezler, bunun sonucu olarak anlıyoruz ki, yükseliş ya da çöküş yavaş yavaş
gerçekleşir. Bugün elimize bir sözlük alıp baksak, hem de günlük hayatta en çok
kullandıklarımıza baksak; tahminim 100 kelimeden 30-35’ini doğru bilmiyor ama
toplum olarak yanlış bildiğimiz gibi kullanıyor olduğumuz ortaya çıkacaktır.
Kelimeler neden bu kadar önemli, onun da
altını çizelim. Bir kelime kolayca vücut bulmuyor, hatta bazı yabancı
kelimelerin çevirisini yapamıyoruz. Kelimeyi anlatmak için çıktığı ya da
temellendiği olayı, hikâyeyi, durumu anlatmamız gerekiyor.
Resim - İlya Repin |
Örneğin, "burlak" (Tatar
Türkçesi) kelimesini alalım. Burlak, Çarlık Rusyası’nda Volga (İtil)
ırmağının kıyısında, sadece günlük yemek karşılığı gemileri akıntıya karşı
halatlarla çeken insanların adıydı. Şimdi, o dönemde altı yüz bin burlak olduğu
söyleniyor ve bunlardan yüz elli bininin hayatlarını kaybettiği söyleniyor
(kışın zorlu şartlarda kalacak yer yok ve iş imkanları az ve en az paraya
çalıştırılıyorlar).
Toplum bu (acı) olayı yaşamış ve bunu bir
kelime ile bir sonraki nesline aktarıyor. Bizler bu kelimenin anlamını bilmediğimiz
için bize bir anlam ifade etmiyor, bizim dilimizde karşılığı yok.
Yani, bir toplum bulduğu, yaşadığı, icat
ettiği şeyleri kelimelere döküyor. Bizler ise, kelimeleri anlamlarını bilmeden
sarf ediyoruz. "Sarf" kelimesini ele alalım. Arapça kökenli ve
kullanmak, tüketmek, ödemek, vermek gibi anlamlara geliyor. İsraf
kelimesi ile aynı köke sahip. Bizler "boş sözler sarf ediyoruz"un
anlamını en iyi kendi içinde buluyoruz... Çünkü yazının başında da dediğimiz
gibi boş konuşuyoruz. Aslında boş konuşmuyor, konuştuklarımızı kendi işimize
gelecek şekilde büküyor, eğiyor ve karşı tarafa öyle satmaya çalışıyoruz. Ne de
olsa konuşmak ve kavga etmek için iki kişi lazımdır. Biri "ben"
oluyor, dinleyen de diğeri...
Büyük binaları düşünelim, yüz binlerce
küçük elemandan (yapı taşı) oluşuyor. Şimdi, bu bina toplumdur. Bu binayı
istediğiniz gibi modelleyebilir ve etiketleyebilirsiniz - iyi yada kötü. Binayı
oluşturan her 100 malzemeden 30’unu yanlış kullandığımızı gözden geçirelim;
sonuç sizce ne çıkacaktır? Tabi ki, yapının yıkılacağı anlamına gelir. Şimdi de
örneği elle tutulur hale getirelim; toplum "dil" adı verilen yapı
ile, kelime ve söz adı verilen harç ile yapıştırılmış insanların var olduğu bir
kitledir (Toplum olmak için "sadece aynı dili konuşmak"
anlaşılmasın). Bu toplum yanlış bildiği kelimelerden dolayı ölümler, kazalar,
yanlışlıklar yaşıyor. Bedelleri başkalarına ödetilerek yanlışlıklar telafi
ediliyor.
Başka bir örnek:
Bir siyasetçi çıkıp televizyonda gayrı safi
milli hasıladan bahsediyor kişi başı 15.000 dolar, ama bende o kadar para
yok. Kısacası bazı yerlerde bilerek kabul ediyoruz ve köle oluyoruz bu
yaşayış şekline. Üretim arttı diyor başka bir haber. Üretimin artması
daha fazla makineleşme, daha fazla kaynak kullanımı ve daha az işçi
çalıştırmakla olur. Dolayısıyla, üretimin artması toplumu refaha götürmez.
Sadece seni beni kandırır.
Burada da anlamını bilmediğimiz
kavramların sadece büyüme gösteriyor diye, toplumda olumlu kabul edildiğini
görüyoruz. İlk örnekten ikinci örneğe:
Bireysellikten evrenselliğe nasıl
hataların taşındığını görebiliyoruz. Az önce 100 kelimenin 30’unu bilmiyorduk.
Şimdi ise, yapılan 100 işin 30’unun (ve belki çok daha fazlasının) toplum
yararına olmadığını fark ediyoruz.
Burada çok daha acı, çok daha sert
bir durum ortaya çıkıyor göremediğimiz.
İlk örneklerde bahsettiğimiz "kişinin
sözleri kendi menfaatine göre eğip bükmesi” durumu, şimdi toplumsal olarak
yanlışlara sürüklendiğimizin ve toplumsal faydaların yerine bireysel çıkarların
gözetildiğini daha net ortaya koyuyor.
Uzun bir cümle ve ayrı kavramları
birleştirerek oluşturduğumuz/vardığımız sonuç: Nasıl ki, bu yazıyı size
örneklemeden önce bu kavramlara yabancıydık - şimdi tanıdınız - nelerin ortaya
çıktığını da şimdi çok daha rahat görebiliyoruz. Bakın, yine farkındalığın bir
sonucu daha ortaya çıkıyor.
"Öğrenme"
Kimse öğrenemediğinden dem vurmasın. Bilgi
daima orada, siz ne kadar isterseniz o size o kadar yaklaşır. Bir sözcüğü
gerçekten doğru kullanıyor muyum diye sözlüğe bakmak dünyanın en zor şeyi değil
maalesef. Sonra da "ben yanlış bir şey mi söyledim de olmadı" diye
hayıflanmayı biliyor insan.
Sert bir geçmiş yaşadık; geçmişi herkesi
rahatsız eder ama kimse geçmişini sorgulamaz. En basitinden, 70-80’li yılları
ele alalım. Bu yıllarda insanlar iki ideolojinin peşinden gitmişlerdir.
Bunlardan birisi sağ, diğeri de sol akımdır. Bence dünyanın en ahmak
insanlarıdır bu iki grubu oluşturan üyeler. Neden diye sert bir ünlem belirdi
kafanızda, soru işareti değil ünlem... Evet, tahmin edildiği gibi anlamını
bilsek de kavramın bütünlüğünü bilmediğimizden kaynaklanıyor bu ünlem. Şimdi de
"nasıl" kısmına geçelim.
Dünya üzerinde insanların yaşayışı iki
etmenden oluşur; bunlar karar ve eylemdir. Bir insan su içmek için önce suyu
düşünür, bir bardak düşünür; elindeki kaynaklardan (musluk suyu şişe suyu vs)
biriyle bardağı doldurur ve içer. Lafı fazla uzatmayayım, bir insanın kafasını
kesin; suyun 1 cm yanına koyun. Bir damla içemeyeceğini göreceksiniz. Peki ya
diğer taraf, yani kafasız bir gövde? İstediği yere gidebilir ama suyu bulamaz.
Eh, hadi buldu diyelim... Neresiyle içecek?
Devrim ve ülkü
iki el gibidir. Önünüze çıkan engellerde birisi tutar, diğeri yıkar. Karar ve
uygulama gibidir. Kısacası, birbirinden ayrılmaz/ayrılamaz iki kavramdır. Her
ikisi de direksiyonsuz veya tekerleksiz araba gibidir. İşte hata burada
başlıyor! Devrim nedir? Bir ülküyü gerçekleştirmek için yapılan
engel yıkma hareketidir. Peki, ülkü nedir? Ulaşılmak istenen hedeftir, amaçtır.
Karar ve eylem mekanizmasında, her
ikisi de önemlidir ve birbirinden ayrılamaz. Bunları ikiye ayırıp insanlara
verirseniz (bu yapıldı ve sonuçlarını neredeyse 50 yıldır) görüyoruz, ortaya
sadece toplumsal yıkım gelir.
İki basit kelime...
Sadece iki basit kelimenin anlamını
düşünmeden ortaya atılan, birbirini kesen öldüren vuran modern ve ileri görüşlü
insanlardan bahsediyoruz... Birbirini parçalayan modern insanlar. İki
basit kelime, ta en baştan ayrılıyor. Altında bir dolu külliyat... Otursan
haftalarca iki taraf da doğruluğunu tartışır ve haklılar da... Ama basit bir
şeyi kaçırmışlar: “En başını!” Ülkü ve devrimin bütün olduğunu...
Orada ayırmışlar. Geriye kalan, külliyatın tekleşmesi. Ama kavgayı bir şey
için vermeleri gerekirken biri ülkü (!) için ölüyor, biri de devrim (!)
için. Bundan sonra sorulması gereken soru şu: Aslında ne için öldüler?
Bir söz vardır, "bizi hayallerimiz birleştirir ama fikirlerimiz
ayırır" diye.
Peki suç kimde ya da suçlu kim? (Günah
keçisi aramıyorum).
İnsanın ta kendisi, kendi içinde çelişkiye
düşen ve bunu bilerek görmezden gelen tembel ve çıkarcı insanın ta kendisi...
Toplumsallıktan bireyselliğe, aynı
kavramlar halen var. Ve insanın aynı çıkarcı yönü bireysellikten toplumsallığa
halen devam etmekte.
Ve tabi ki, iletişimimizle,
farkındalığımızla, hatalarımızla kendi sonumuzu kendi ellerimizle
besliyoruz.
FATİH YILMAZ
vigiliante [*] yahoo.com