Sayfalar

27 Mayıs 2012 Pazar

#03 ÇİKIN TRANSLEYT


İnsan, kendi içinde kusursuz bir varlık. Buna en iyi örnek olarak Dünya’yı verebiliriz. En ufağından en büyüğüne tüm canlılar, çevresiyle uyum ve içgüdüsel iş birliği içinde. Bu iletişimin bozulması sonucunda ölçmesi ve telafisi neredeyse imkânsıza varacak yıkımlar ve olumsuzluklar ortaya çıkacaktır. Bu olumsuzluklar hem bireysel, hem de toplumsal olacaktır. Birbirini parçalayacak, en sonunda kendini de dâhil edecek bu parçalanmaya.

İnsan bedenini koca dünya ile betimledik, insan bu dünyanın bir parçası. Doğası gereği de diğer insanlarla iletişim içinde. Bunda bir sıkıntı yok, ama üst satırlarda eskizini çizdiğimiz yıkımlar bugün kendi ellerimizle toplum içinde yayılıyor.

Bunlar iletişimsizlikten ileri gelen yıkımlar.

Bizler boş konuşan insanlarız, konuşuyoruz fakat iletişimimiz yok. İletişimden kasıt, teknolojinin sunduğu araçlar değil; bizzat bizim kullandığımız, "konuşmak" dediğimiz aracın ta kendisi.

Hadi ele alalım bakalım, bu adamın derdi nedir. Yukarıda bir kaç kelime ve kavram kullandık. Bunların anlamları ve kullanımları nelerdir, sizinle beraber inceleyelim.

İletişim farkına varmak ile başlar, kişinin veya nesnenin var olup olmadığını fark edemediğimiz anda da beyin tarafından beklemeye alınır.

Bizler konuştuğumuz kelimelerin ve anlamlarının farkında bile değilken, karşımızdaki birey veya toplum tarafından anlaşılmayı beklersek bu cidden komik olur... Evet, gülelim çünkü toplumlar bu konumda maalesef. Bizler konuştuğumuz kelimelerin anlamlarını bilmiyoruz, bu yüzden boş konuşuyoruz. Bu yüzden insan denen düşünebilen varlık (düşünen diyemiyorum, çünkü bu yeteneği olsa da insan genel olarak bunu tercih etmeyen -unutkan- bir varlık) hem mantık, hem de kültür olarak zayıf ve her an yıkıma maruz kalabilecek kadar dengesiz olacaktır. Hayatta dengesini bulamayan şeylerin kesinlikle yıkılacağına dair elimizde milyonlarca örnek var. Ama insanın mantıksal ve düşünsel dengesizliğin sonucu ise, kendisinin değil toplumun/toplumların yıkılışının sebebi olacaktır ve buna kendisi de dâhildir.

Bu konuyu sizinle daha basite indirgeyerek, hayatta yaşanmış şeylerle destekleyerek anlatmak daha iyi. Hem sizinle iletişimimiz artacak, hem de toplumun kilit taşlarının nasıl zayıflatıldığı ve bağlarının nasıl parçalandığını daha rahat görebileceğiz bu şekilde.

Not: Verilen örneklerde kavramlar ya da inançlar değil, kelime yanlışlarına odaklanmanızı isterim. Kavramların ya da inançların içlerinin boşalması, kullandığımız kelimelerin anlamlarını bilmediğimizden, daha doğrusu işimize geldiği gibi anlamak istediğimizden kaynaklanmaktadır.

Yaşanan örnekler:

2 arkadaş sohbet ediyorlar din üzerine. İkisi de karakter olarak düzgün.
Bir ara birisi konuşmaya başlıyor;

- Abi içki haramdır, yasak edilmiştir.

Tamam burada bir sıkıntı yok. Sohbetin 10 dakika sonrasında başka bir yere takılıyor kulağım ister istemez;

- Abi üç aylardayız, haram aylar.

O sırada müdahale etmek gereği hissediyorum ve soruyorum: "...sen az önce içki haramdır dedin, şimdi de İslam alemi için kutsal olan aylara haram aylar diyorsun. Ben anlamadım." diyorum. Çünkü az önce haram kelimesinin sınırlarını net bir biçimde "yasak" olarak belirledi.

Cevap daha da korkunç:

“O aylarda haram olan şeyler kesinlikle yapılmaz da ondan.” diye bir cevap geldi. Tamam dedim ve "harem" kelimesinin de haram ile aynı köke sahip olduğunu söyleyip buna ne diyeceksiniz diye sordum. Aldığım cevap yine aynı oldu; "Bakılması ya da münasebette bulunulması yasak olan" diye net bir şekilde sınırını çizdi.

Peki işin doğrusu nedir? Ve toplumun zeminini çökertip yıkacak olan nokta(lar) nedir, hadi beraber bakalım.

1- Yasak.

2- O aylarda kesinlikle yasak.

3- İletişimde bulunulması yasak.

Bu üç cevabı aldık. Üçü de yasak. Şimdi bir şeyler daha net şekilleniyor ve mantık hataları daha da netleşiyor.

Arapça kökenli "haram" kelimesi, sözlük anlamı itibarıyla "dikkat edilmesi gereken" anlamına gelir. Bu açıklamadan sonra 1. ve 3. örnek daha da berkitilmiş kavram olarak netleşmiş oldu. Peki ya 2. örnekteki, kişinin kendi çıkarları uğruna kavram-anlam-kuralları esnetmesini fark ettiniz mi?

"O aylarda haram olan şeyler kesinlikle yapılmaz da ondan."

Yani sonuç olarak, aslında diğer aylarda yapılabilir alt anlamını iyice fark ettiğinizi görebiliyorum. Bu sadece bir örnekti. Bunlar kelime bazında iletişimsizliği ve insanın egosunun, istekleri (çıkarları) doğrultusunda nasıl sesleri ve anlamları bükebildiğinin bir örneğidir.

Kelimeler, anlamlarını bilerek konuştuğumuzda zihnimizi açacak ve bizi daha iyi yaşamaya itecek, daha doğru işler yapmamızda aracı olacaktır. Diğer türlü, bocalamaktan öte gidemeyeceğimiz gün gibi ortadadır.

Bir kaç örnek daha verelim çok uzatmadan.

Diğer bir söz: "Başınız sağ olsun", burada açıkça ölen kişinin önemsenmemesi vurgulanıyor. Cenazeye katılanların hiç fark etmeden klişe olarak sarf ettikleri sözler. Olan oldu, ölen öldü, fakat sen yaşa. Sanki senin başın sağ olsun da gerisi önemli değil dermiş gibi bir vurguya sahip.

Olması gereken nedir? Basit. Allah günahlarını affetsin, size sabır versin, budur...

Diğer bir bakış açısı, padişahımız çok yaşasın vasfındadır.

Peki, kullanılması gereken doğru yer nedir? Şehit olmuş birisinin ya da vatan uğruna canını vermiş birisinin yakınına söylenen teselli sözüdür. Canını feda eden kişi, feda ettiği uğurda, bildiği yolda, bildiği amaç uğruna canını verdi; vatan için canını verdi. Bu yüzden "Başınız/başımız sağ olsun" sözü, bir yerde devletimiz, vatanımız var olsun anlamına gelmektedir ve her yerde kullanmamak gerekir.

Yardım kelimesi... İşte, benim kanayan yaramdır bu kelime! Neden? Şimdi de ona değinelim.

Ben bir kelimenin anlamını bulamadığım çözemediğim zaman, eğer anlamını öğrenecek imkana uzaksam (sözlük, internet, abi, abla gibi) kafamda modeller ve başına soru ekleri getiririm. Hadi beraber yapalım.

Yardım,

Yardım nedir?

Kime yardım?

Neden yardım?

Nasıl yardım?

Ne için yardım?

Ne zaman yardım?

Şimdi de ardını dolduralım en basit ve en saf haliyle.

Yardım nedir? > El uzatmak.

Kime yardım? > İhtiyacı olana, muhtaç olana.

Neden yardım? > İhtiyacı var, imkanı yok.

Nasıl yardım? > İhtiyacını karşılayacak şekilde, ne olursa.

Ne için yardım? > İnsanlık namına ihtiyacı olan birine el uzatmak için.

Ne zaman yardım? > İhtiyacı varken.

Şimdi, yukarıda en çok kullanılan kelimeler ihtiyaç ve muhtaç. İhtiyacın anlamı belli: gereksinim, yokluk ve yoksulluk vb. Muhtaç da ihtiyacı olan kimse demektir.

Şimdi acı taraf geliyor. "Marshall Planı, II. Dünya Savaşı sonrasında, 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konan ABD kaynaklı bir ekonomik yardım paketidir. Aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 16 ülke, bu plan uyarınca ABD'den ekonomik kalkınma yardımı almıştır."

Bu yardımlar içinde neler var? Marshall yardımı peynir, süt tozu, balık yağı... Silah, para vs. de dahil.

Burada ne gösterilmek isteniyor tüm dünyaya bir düşünelim; "Türkiye, bizim vereceğimiz süt tozuna muhtaçtır!" Gerçekten mi?

Yani... Ne yanisi yahu? Acı, çok acı bir durumdur bu. İçinden çıkamayız çünkü olmuş bitmiştir ve sonuçları yıllarca acı acı sürecek bir yıkımın başlangıcı olacaktır.

Bizler ise, yardım kelimesini "hibe edilen" anlamında algılarız. Ve yarım asırdan fazladır bu aldanmanın acısını yaşıyoruz. Hem bireyler, hem de toplum olarak.

Toplumsal körlüğün bir diğer ucu da atasözleri.

İyi insan lafının üzerine gelir. / İti an çomağı hazırla.

Nerede hareket orada bereket. /  Nerede çokluk orada pislik.

Harama uçkur çözülmez. / Güzele bakmak sevaptır.

Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır. / Lafla peynir gemisi yürümez.

Eğri otur doğruyu söyle. / Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.

Bunların kasıtlı olarak toplumlara yerleştirildiğini düşünürdüm bir zamanlar, ama yerleştireni daha yeni bulabildim.

Kim?

İnsanın ta kendisi... Kendi içinde çelişkiye düşen ve bunu bilerek görmezden gelen tembel ve çıkarcı insanın ta kendisi.

İletişimsizlik neden bu kadar önemlidir? Sebebi basit; yaşadığımız dünyada hayatta kalmanın tek yoludur da ondan. İletişim fark etmekle başlar demiştik.

Bu konumda doğal iletişim önce tehlikeli ve güvenli olan noktaları fark ederek hayatımızı düzenlememize yardımcı olur. Sivri bir şey gördüğümüz (fark ettiğimiz) zaman hemen ondan sakınırız ve eğer o şeyi kullanacaksak dikkatli oluruz... Çünkü hataya yer yoktur. Canımızdan olabiliriz.

İşte bahsettiğimiz, insanlığın sonunu getirecek felaketi de burada fark ediyoruz. Söylenilen (sarf edilen) kelimelerin anlamlarını bilmiyoruz. Bunları hatalı kullandığımız için sonunda kazalar yaşamak kaçınılmaz bir durum oluyor. İnsan fark edemiyorsa bu işi başka yerlere havale ediyor ve suçu üzerinden atıyor.

Yani yine işine geldiği şekilde anlam ve kavramları nasıl eğip bükebiliyorsa aynısını olaylar ve sonuçlar üzerine de yapıyor.

Toplumlar bir anda çöküşe ya da yükselişe geçmezler, bunun sonucu olarak anlıyoruz ki, yükseliş ya da çöküş yavaş yavaş gerçekleşir. Bugün elimize bir sözlük alıp baksak, hem de günlük hayatta en çok kullandıklarımıza baksak; tahminim 100 kelimeden 30-35’ini doğru bilmiyor ama toplum olarak yanlış bildiğimiz gibi kullanıyor olduğumuz ortaya çıkacaktır.

Kelimeler neden bu kadar önemli, onun da altını çizelim. Bir kelime kolayca vücut bulmuyor, hatta bazı yabancı kelimelerin çevirisini yapamıyoruz. Kelimeyi anlatmak için çıktığı ya da temellendiği olayı, hikâyeyi, durumu anlatmamız gerekiyor.

Resim - İlya Repin
Örneğin, "burlak" (Tatar Türkçesi) kelimesini alalım. Burlak, Çarlık Rusyası’nda Volga (İtil) ırmağının kıyısında, sadece günlük yemek karşılığı gemileri akıntıya karşı halatlarla çeken insanların adıydı. Şimdi, o dönemde altı yüz bin burlak olduğu söyleniyor ve bunlardan yüz elli bininin hayatlarını kaybettiği söyleniyor (kışın zorlu şartlarda kalacak yer yok ve iş imkanları az ve en az paraya çalıştırılıyorlar).

Toplum bu (acı) olayı yaşamış ve bunu bir kelime ile bir sonraki nesline aktarıyor. Bizler bu kelimenin anlamını bilmediğimiz için bize bir anlam ifade etmiyor, bizim dilimizde karşılığı yok.

Yani, bir toplum bulduğu, yaşadığı, icat ettiği şeyleri kelimelere döküyor. Bizler ise, kelimeleri anlamlarını bilmeden sarf ediyoruz. "Sarf" kelimesini ele alalım. Arapça kökenli ve kullanmak, tüketmek, ödemek, vermek gibi anlamlara geliyor. İsraf kelimesi ile aynı köke sahip. Bizler "boş sözler sarf ediyoruz"un anlamını en iyi kendi içinde buluyoruz... Çünkü yazının başında da dediğimiz gibi boş konuşuyoruz. Aslında boş konuşmuyor, konuştuklarımızı kendi işimize gelecek şekilde büküyor, eğiyor ve karşı tarafa öyle satmaya çalışıyoruz. Ne de olsa konuşmak ve kavga etmek için iki kişi lazımdır. Biri "ben" oluyor, dinleyen de diğeri...

Büyük binaları düşünelim, yüz binlerce küçük elemandan (yapı taşı) oluşuyor. Şimdi, bu bina toplumdur. Bu binayı istediğiniz gibi modelleyebilir ve etiketleyebilirsiniz - iyi yada kötü. Binayı oluşturan her 100 malzemeden 30’unu yanlış kullandığımızı gözden geçirelim; sonuç sizce ne çıkacaktır? Tabi ki, yapının yıkılacağı anlamına gelir. Şimdi de örneği elle tutulur hale getirelim; toplum "dil" adı verilen yapı ile, kelime ve söz adı verilen harç ile yapıştırılmış insanların var olduğu bir kitledir (Toplum olmak için "sadece aynı dili konuşmak" anlaşılmasın). Bu toplum yanlış bildiği kelimelerden dolayı ölümler, kazalar, yanlışlıklar yaşıyor. Bedelleri başkalarına ödetilerek yanlışlıklar telafi ediliyor.

Başka bir örnek:

Bir siyasetçi çıkıp televizyonda gayrı safi milli hasıladan bahsediyor kişi başı 15.000 dolar, ama bende o kadar para yok. Kısacası bazı yerlerde bilerek kabul ediyoruz ve köle oluyoruz bu yaşayış şekline. Üretim arttı diyor başka bir haber. Üretimin artması daha fazla makineleşme, daha fazla kaynak kullanımı ve daha az işçi çalıştırmakla olur. Dolayısıyla, üretimin artması toplumu refaha götürmez. Sadece seni beni kandırır.

Burada da anlamını bilmediğimiz kavramların sadece büyüme gösteriyor diye, toplumda olumlu kabul edildiğini görüyoruz. İlk örnekten ikinci örneğe:

Bireysellikten evrenselliğe nasıl hataların taşındığını görebiliyoruz. Az önce 100 kelimenin 30’unu bilmiyorduk. Şimdi ise, yapılan 100 işin 30’unun (ve belki çok daha fazlasının) toplum yararına olmadığını fark ediyoruz.

Burada çok daha acı, çok daha sert bir durum ortaya çıkıyor göremediğimiz.

İlk örneklerde bahsettiğimiz "kişinin sözleri kendi menfaatine göre eğip bükmesi” durumu, şimdi toplumsal olarak yanlışlara sürüklendiğimizin ve toplumsal faydaların yerine bireysel çıkarların gözetildiğini daha net ortaya koyuyor.

Uzun bir cümle ve ayrı kavramları birleştirerek oluşturduğumuz/vardığımız sonuç: Nasıl ki, bu yazıyı size örneklemeden önce bu kavramlara yabancıydık - şimdi tanıdınız - nelerin ortaya çıktığını da şimdi çok daha rahat görebiliyoruz. Bakın, yine farkındalığın bir sonucu daha ortaya çıkıyor.

"Öğrenme"

Kimse öğrenemediğinden dem vurmasın. Bilgi daima orada, siz ne kadar isterseniz o size o kadar yaklaşır. Bir sözcüğü gerçekten doğru kullanıyor muyum diye sözlüğe bakmak dünyanın en zor şeyi değil maalesef. Sonra da "ben yanlış bir şey mi söyledim de olmadı" diye hayıflanmayı biliyor insan.

Sert bir geçmiş yaşadık; geçmişi herkesi rahatsız eder ama kimse geçmişini sorgulamaz. En basitinden, 70-80’li yılları ele alalım. Bu yıllarda insanlar iki ideolojinin peşinden gitmişlerdir. Bunlardan birisi sağ, diğeri de sol akımdır. Bence dünyanın en ahmak insanlarıdır bu iki grubu oluşturan üyeler. Neden diye sert bir ünlem belirdi kafanızda, soru işareti değil ünlem... Evet, tahmin edildiği gibi anlamını bilsek de kavramın bütünlüğünü bilmediğimizden kaynaklanıyor bu ünlem. Şimdi de "nasıl" kısmına geçelim.

Dünya üzerinde insanların yaşayışı iki etmenden oluşur; bunlar karar ve eylemdir. Bir insan su içmek için önce suyu düşünür, bir bardak düşünür; elindeki kaynaklardan (musluk suyu şişe suyu vs) biriyle bardağı doldurur ve içer. Lafı fazla uzatmayayım, bir insanın kafasını kesin; suyun 1 cm yanına koyun. Bir damla içemeyeceğini göreceksiniz. Peki ya diğer taraf, yani kafasız bir gövde? İstediği yere gidebilir ama suyu bulamaz. Eh, hadi buldu diyelim... Neresiyle içecek?

Devrim ve ülkü iki el gibidir. Önünüze çıkan engellerde birisi tutar, diğeri yıkar. Karar ve uygulama gibidir. Kısacası, birbirinden ayrılmaz/ayrılamaz iki kavramdır. Her ikisi de direksiyonsuz veya tekerleksiz araba gibidir. İşte hata burada başlıyor! Devrim nedir? Bir ülküyü gerçekleştirmek için yapılan engel yıkma hareketidir. Peki, ülkü nedir? Ulaşılmak istenen hedeftir, amaçtır.

Karar ve eylem mekanizmasında, her ikisi de önemlidir ve birbirinden ayrılamaz. Bunları ikiye ayırıp insanlara verirseniz (bu yapıldı ve sonuçlarını neredeyse 50 yıldır) görüyoruz, ortaya sadece toplumsal yıkım gelir.

İki basit kelime...

Sadece iki basit kelimenin anlamını düşünmeden ortaya atılan, birbirini kesen öldüren vuran modern ve ileri görüşlü insanlardan bahsediyoruz... Birbirini parçalayan modern insanlar. İki basit kelime, ta en baştan ayrılıyor. Altında bir dolu külliyat... Otursan haftalarca iki taraf da doğruluğunu tartışır ve haklılar da... Ama basit bir şeyi kaçırmışlar: “En başını!” Ülkü ve devrimin bütün olduğunu... Orada ayırmışlar. Geriye kalan, külliyatın tekleşmesi. Ama kavgayı bir şey için vermeleri gerekirken biri ülkü (!) için ölüyor, biri de devrim (!) için. Bundan sonra sorulması gereken soru şu: Aslında ne için öldüler?  Bir söz vardır, "bizi hayallerimiz birleştirir ama fikirlerimiz ayırır" diye.

Peki suç kimde ya da suçlu kim? (Günah keçisi aramıyorum).

İnsanın ta kendisi, kendi içinde çelişkiye düşen ve bunu bilerek görmezden gelen tembel ve çıkarcı insanın ta kendisi...

Toplumsallıktan bireyselliğe, aynı kavramlar halen var. Ve insanın aynı çıkarcı yönü bireysellikten toplumsallığa halen devam etmekte.

Ve tabi ki, iletişimimizle, farkındalığımızla, hatalarımızla kendi sonumuzu kendi ellerimizle besliyoruz.


FATİH YILMAZ

vigiliante [*] yahoo.com

18 Mayıs 2012 Cuma

#02 MUSA'NIN YAHUDİLERİ VE ... (I)


            Musa peygamberin kavmi ile yaptığı serüven herkes tarafından az ya da çok bilinen bir vakadır. Bu serüven İsrailoğullarının lânetlenmesi ile biter. Müslümanlık inancında en azından böyledir.

            Bu olay genelde din adamları tarafından anlatıldığı için konu hep Allah’ın büyüklüğüne, varlığına, kudretine ve mucizelere bağlanmıştır. Tanrı’nın ne istediği ve bunu hangi yolla yaptığı konusu geleceğe ışık tutmak için pek irdelenmemiştir. Hayata, insanın kişiliğine, topluluklara tarihsel ders ve örnek olması yönünden pek bilinmez.

            Musa bir Mısırlıyı öldürmüş ve bunun ile beraber sonradan, sarayda firavun adayı olacak olan Musa’nın İsrailoğlu olduğu anlaşılmıştır. Bir Mısırlıyı (Kıptî’yi) öldürmenin cezası ölümdür. Bu firavuna uygulanabilecek bir ceza mıdır? Aslı Mısırlı olan diğer firavun adaylarını düşünürsek, Musa’nın İsrailoğlu olması bu cezanın hemen uygulanması için yeterli sebeptir.

Firardan sonra

            Musa Mısır’ı terk eder. Senelerce Medyen yurdunda geçen bir ömürden sonra, Sina Dağı’nda aldığı bir emir ile hayatı değişir. İdam cezalısı olmasına rağmen Mısır’a gelip Firavun’a “Sen insanların Rabbi değilsin. Beni insanların asıl Rabbi gönderdi ve bu kavmi alıp gideceğim.” diyecektir. “Rab” kelimesi Arapça kökenlidir. Türkçede “sahip” anlamına gelir.

(a. (sa:hip) 1. Herhangi bir şey üstünde mülkiyeti olan, onu yasaya uygun bir biçimde dilediği gibi kullanabilen kimse, iye, malik. 2. Herhangi bir niteliği olan kimse, ehil: Bilgi sahibi. Zevk sahibi. 3. Bir iş yapmış, üstlenmiş veya bir eser ortaya koymuş kimse. 4. mec. Koruyan, arka çıkan, gözeten kimse.) Büyük Türkçe Sözlük

Mısırdaki yönetim sistemi…

            Mısırdaki firavun kendisini İsrailoğullarının ve tüm insanların rabbı konumuna oturtur. Halk da firavunun kuludur.

            “Kul” Arapça bir kelimedir. Türkçe karşılığı “köle” ye denk gelir.

(a.  1. tar. Savaşta tutsak alınan, yabancı ülkelerden zorla kaçırılıp özgürlükten yoksun bırakılan veya başkasından satın alınan erkek, kul, esir, abd. 2. Birinin emri altında bulunan, özgür olmayan kimse. 3. mec. Herhangi bir şeye aşırı derecede bağlı olan kimse: İçkinin kölesi. Paranın kölesi) BTS.

            İsrailoğulları firavun için karşılıksız ve ölümüne (sadece karın tokluğu da diyebiliriz) çalışırlar. Şöyle ki;

            Şu an çalıştığımız gibi çalıştığımızı düşünün ama meselâ bunu karın tokluğuna yapıyoruz. Güneş doğuyor, çalışmaya başlıyorsunuz. Güneş batıyor, evinize çekiliyorsunuz. Karnınızı doyurmak için ne veriliyorsa o kadar doyuyorsunuz. Kendiniz üzerinde tasarruf yetkiniz yok. Recep Tayyip Erdoğan yakınınıza geldiğinde ya da gördüğünüzde namazdaki gibi secdeye kapanıyorsunuz. Günün belli saatlerinde tüm Türkiye Ankara’ya dönüyor ve secdeye kapanıyor.

            İşte, İsrailoğullarının o gün halleri bundan ibaret.

            Bu rab inancını yüreklerde sağlam tutmak için sistemin kuralları katı ve net. Cezalar ağır ve gecikmesiz uygulanıyor. İsrailoğulları bu kurallara uymaz ise, yapana kadar cezalandırıyorlar. Direnirlerse, ölene kadar...

            Firavun sahipliğe soyunmuş, halk da doğal olarak ve mecburen ona secdeye…

            Musa bu şartlarda Mısır’a dönecektir. İdam cezalısı olduğu halde, “Sen Rab (sahip) değilsin.  Bunlar da kulların (kölelerin) değil. Beni her şeyin sahibi gönderdi. Yaptığın bu işi bırak ve bu kavmi benimle gönder”, diyecektir. Üstelik genel kanıya göre Musa peltek ya da kekemedir.

            Musa’nın tartışmaları senelerce sürer. Birçok mucize ve meydan okumalara sahne olur Mısır diyarı.

Peki, bu süre içerisinde İsrailoğulları ne yapmaktadır?

            Seyrederler! 
 
Evet seyrederler! Seyredenler kimlerdir?

Kurtarıcı olarak gönderilen Musa’nın Mısır’da idam cezalısı olduğunu söylemiştim. Bir an kendimizi o zamanda yaşayan İsrailoğullarının yerine koyalım. Musa yanımıza gelir ve Firavun’a söylediklerini bize de söyler. Ağzımızdan düşürmediğimiz Allah en sonunda yardımını yollamıştır. Musa bize Allah’ın adına konuşur. Bizi bu zulüm dolu yurttan götüreceğini ve yeni kuracağımız hayatta bize yardım edeceğini söyler. Üstelik bize kurtuluşu getiren, o sözleri söyleyen kişi idam cezalıdır. Dikkat! Ülkemizde kendisini Allah yerine koyan ve bizim de secde ettiğimiz adama bize söylediklerini söyler ve sağ olarak yanımıza gelir! Bir de bonus olarak mucizeleri vardır. 

Evet, şimidi durun ve hayal edin, ben olsam ne yapardım diye. Evet, ne yapardınız?

Ne diyeceğimi bilemedim diyenler için bir örnek vereyim. Atatürk halkı arkasında toplarken, halkına “kul” diyen sultan, Atatürk’ü ve onun ile yürüyen halkı “kâfir” ilân etmiş, bağımsızlık mücadelesi veren milletin üzerine ordu yollamıştır! Halife’nin bu yüksek (!) ön görüsünü emir bilip ayaklanan şeyh efendileri saymıyorum bile. Atalarımız Atatürk'ün arkasında toplanmış ve hücum etmiştir. Üstelik mucize filan beklemeden...

Kurtuluş mücadelesi verilirken, atalarımız göğüs göğse Anadolu’da Yunan'la boğuşurken, İstanbul basını “maceracılar”, “Bunlar bizi rezil edecekler” gibi görüşler, başlıklar atıyordu gazetelere. Yunan denize döküldükten sonra aynı gazetelerin başlıkları ve köşe yazarları “bu bir mucize” demiştir.

Atatürk bu gazeteler ve köşe yazarları için şöyle der: “Kimi basın bu yaptığımıza mucize diyorlar. Beyler bunu biz yapmadık mı?"
 
            Bir Mısırlıya itaatsizliğin kırbaç, secde etmemenin cezası ölüm iken; Musa Firavun’a söyledikleri ile Mısır kanunlarına göre cezasını çoktan hak etmiştir. Fakat senelerce Firavun Musa’ya dokunmaz. Firavun’un kulları durumu seyrederler. Hatta Musa’yı alt etmek için toplanan Mısırlılar bile Firavun’un tehditlerine rağmen Musa’ya katılır.

            Zaman zaman da İsrailoğulları, “Sen yokken de zor durumdaydık. Sen geldin yine zor durumdayız”, diye isyan ediyorlar.

            Bir önderin arkasında malı ve canı ile birleşen bir milletin torunları olan bizler, bu İsrailoğullarının senelerce egemenlik için neden beklediğine pek anlam veremeyiz. Öyle yaşayacağımıza her şeyimizi feda etmeyi tercih ederiz.

                 Musa senelerin sonunda kavmini alır ve Mısır’dan ayrılır. Deniz yarılır ve karşı kıyıya geçilir. Firavun ve ordusu deniz içerisinde yok edilir. Artık Musa’nın kavmi için hiçbir korku kalmamıştır. Gözleri ile görmüş ve şahit (şehit) olmuşlardır.

(Kendi yaptıkları sebebiyle başlarına bir musibet gelip de, “Ey Rabbimiz! Bize bir Peygamber gönderseydin de âyetlerine uysaydık ve mü’minlerden olsaydık” diyecek olmasalardı, seni peygamber olarak göndermezdik). – Kassas 28–47

            Musa’nın kavminin Firavun’un yok oluşunu görmeye ihtiyacı vardır. Musa’nın senelerce Firavun’a dil dökmesinin, sanki Firavunu ikna etmek için yaşandığı zannedilir. Aslında yaşanan süreç, bağımsızlığını, kendi hayatı hakkında karar verme ve kendi hayatını yönetme tasarrufunu “güç Firavun’da” bahanesiyle korkuyormuş gibi Firavun’a teslim etmiş İsrailoğullarına; olunacaksa bir tek Tanrı’ya kul olmaları ve egemenliklerini kendi ellerine almak için inançlarını yükseltme, korktukları şeye aslında kendilerinin inandıklarını gösterme süreciydi.

            Evet, İsrailoğullarının gizlediklerini açık etmesiydi Allah’ın istediği. Musa bu yüzden peygamber olarak geldi. Tembel, fesat, ikiyüzlü oldukları ve arkadan iş çevirdikleri için Firavun onları kolayca kontrolü altına aldı. Bilimden yoksun yobazlardı. Önce Mısırlıların bilimi ve çalışkanlığı onları kuşattı. Kendilerine seçtikleri önderler de kendi içlerinden çıktığı için bilimden ve çalışkanlıktan uzaktılar. Zaten ilk onları kuşattı Mısır kültürü. Bu önderler ilk olarak kendi inancını ve halkını sattı. Ve Mısır’da Yahudiler üzerinde söz sahibi oldular ve tabiî ki servet... Satılanlar da bu karaktersiz önderleri başına rastgele seçmedi. İşlerine öyle geldi. Sadece yöneticiler kendi çıkarlarını gözeten hain değildiler. O önderleri başlarına kendi içlerinden seçtiler. Kendileri gibiydi. Bu yüzden halk yöneticilerinin kendilerini satacaklarını önemsemediler. Kendileri olsa, onlar da satardı çünkü. Halk ve yönetici arasındaki fark sadece yönetenler daha büyük pay sahibidir. Her anlamda. Servet, onursuzluk veya teslimiyet...

            Cengiz Han’ın önünde aç ve açıkta sonunu düşünmeden Anadolu’ya göç eden, Ertuğrul Gâzi önderliğinde Osmanlı’yı kuran Kayı Türkleri;

            Mekke’deki sistemi reddederek, boykot yaşayarak ve Medine’ye göç eden Muhammet önderliğinde Arap devletini kuran Araplar;

            Anadolu’da kendi hayatı ile ilgili tasarruflarını başka milletlere vermemek için Atatürk önderliğinde birleşip Yunan’ı denize dökerek Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atalarımız;

            Her millet gibi biz de yozlaştık ve tembelleştik. Hatta sultanımızı Rab yerine koyduk. Onlar da bize “kul” dediler. Kabul ettik ama uyanık davrandık. Kurtuluş Savaşı ile bedelini ödedik.

            Önder ve seçilenler meselesi dünya var olduğundan beri vardır. Sistem nettir. Asıl önemli olan önderin söylemlerinin içeriği değil, önderlerin arkasında yürüyenlerin ne yaptıklarını bilerek yürümesidir. Şu da bir gerçektir ki, hiç kimse işine gelmeden bir önder ya da yönetici kabul etmez. Kimilerin işi tek kişilik, kimilerinin iki kişilik, kimilerininki aileleri, kimilerinin milletidir.

Tam bağımsızlıktan sonra

            Mısır’dan çıkılmış, deniz kapanmış, Firavun ve ordusu yok olmuştur. İsrailoğulları’nın tüm korkularının son bulduğu andır. Artık Musa’nın görevi olan “Rab” ve “Kul” dengesinin kırılması için hiçbir bahane kalmamıştır. Kimsenin “Bizi zalimler yönetiyordu. O yüzden boyun eğdik, bir uyarıcı da gelmedi ki...” diyemeyeceği an!

(İsrailoğullarını denizden geçirdik. Derken, kendilerine ait putlara tapan bir kavme rastladılar. İsrailoğulları, “Ey Mûsâ! Onların kendilerine ait ilahları (putları) olduğu gibi sen de bize ait bir ilah yapsana” dediler. Mûsa şöyle dedi: “Şüphesiz siz cahillik eden bir kavimsiniz.” — A’raf  7–138)

            Musa kavmini denizden geçirdikten hemen sonra, daha ayaklarındaki çamurlar kurumadan isyana başladılar.

(Hani, “Ey Mûsâ! Biz bir çeşit yemeğe asla katlanamayız. O halde, bizim için Rabbine yalvar da, o bize yerden biten sebze, kabak, sarımsak, mercimek, soğan versin” demiştiniz. O da size, “İyi olanı düşük olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise inin şehre! İstedikleriniz orada var” demişti. Böylece zillet ve yoksulluk onları kapladı. Onlar, Allah’ın gazabına uğradılar. Bunun sebebi, onların; Allah’ın âyetlerini inkâr ediyor, peygamberleri de haksız yere öldürüyor olmaları idi. Bütün bunların sebebi ise, isyan etmek ve aşırı gitmekte oluşlarıydı.) Bakara 2–61

            Beslenme ve barınma ile ilgili hiçbir sıkıntıları yoktu. Yine isyan ettiler.

(Hani, biz Mûsâ ile kırk gece için sözleşmiştik. Sizler ise onun ardından (kendinize) zulmederek bir buzağıyı tanrı edinmiştiniz.) Bakara 2–51

             Musa vahiy için dağa çıktı, dönüş süresi uzatıldı. İsrailoğulları firavunun inandığı dindeki Tanrı Apis’in (boğa) heykelini yapıp ona taptılar.

            Daha birçok insanın içinde gizlenen ikiyüzlülüğe örnek verebiliriz. En sonunda bu ikiyüzlülük sebebi ile de lanetlenmiştir.

            Bir millet kendi sorumluluklarını başka birinin eline bırakamaz. Aslında bu olay millet ile ilgili değildir. Milleti oluşturan bireyleri ilgilendirir. Eğer bir kişi kendisinin ve ailesinin geleceğini düşünmez ise, o çağları bırakın bugün bile hoş karşılanmaz. Asalaktırlar ve tembeldirler. Asalaklar birine yapışırlar. Yapıştıkları ile hayatta vardırlar. Kendi geleceklerini bina etmek gibi bir dertleri olmadığı için bir zaman sonra yapıştıkları kişilerin kurallarına uymak zorunda kalırlar. Kendilerine bakmanın yöntemini unuttuklarından, yapıştıkları akıllı olursa asalaklar onlara teslim olurlar. Her şeylerini kaybederler. Bu kişilerden oluşan millet de aynı sonucu yaşar. Daha sonra da suçu hep toplumdaki başka bireylere ya da başlarındakilere atarlar. Sorumluluk almamak ve şikayet etmek daha kolaydır.

            İsrailoğulları lânetlendiler. Peki, sebepleri soyları mıydı? Topluluk olarak tek bir soydular. Fakat, bu onların ismi. Lânetlenen ise, karakterleri. O karaktere sahip oldukları için lânetlendiler. İkiyüzlü oluşları ve başkalarını da kendi kültürlerinde bozmaları yüzünden.
        
    Lânetlenmek için gerçekten hukuk sistemini, adaleti, egemenliği, vicdanı yani insanı insan yapan özelliklerinden uzaklaşmak gerekir.

(Devam edecek...)



OĞUZ DOĞRUYOL

odogruyol [*] gmail.comhttps://twitter.com/#!/odogruyol

4 Mayıs 2012 Cuma

#01 TEMELLER (Made it - Name it)

Siyasî Hareket
made it name it.doc
Amerikalıların çok beğendiğim bir sözü var. “We made it, you name it.” derler. Yani, “Biz yaptık, adını sen koy.”
Herhalde bunun bizdeki en yakın muadili
“Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.” sözüdür. 
Ama bu İngilizce sözün içeriğinde vurgulamak istediğim
ince bir fark var. Buna sonra değineceğim...

Şimdi...
İkide bir ansiklopedik bilgi olarak siyasi partilerin 1700'lere varan o meşum tarihini insanların kafasına kafasına vurmanın hiçbir yararı yok. Aslında çok konuşmanın hizmet ettiği bir amaç da yok. Siyasî hareket nedir, en kaba haliyle onu irdeleyelim önce. Bir sorun vardır, bir halledilmesi gereken mesele vardır ya hani... Hah, işte o mesele belli bir kitlenin canını sıkmış, belki de yakmış olsun. Bu kitle kısa sürede kendi içinde etkileşime girer. Kendi zamansal, dönemsel karakteri olan bir tartışma ve fikir paylaşımı atmosferi doğar. Bunun en basit tanımı paradigmadır. Paradigma denen şey yılları alabilir, nesilleri tüketebilir. Elbette paradigmayı canlı tutan da, ona ölümsüzlük ve işlerlik kazandıran da düşüncenin yazıya dökülmesidir. (Buraya mim koyalım). Çözüme yönelik bir şeyler – ideoloji başlığı altına girenlerdir bunlar – olgunlaştığı andan itibaren kitle de bir anlamda hazırsa, eyleme yönelik örgütlenme ortaya çıkar. İşte, en kaba haliyle bir siyasî hareketin doğal oluşum süreci budur. Günümüzde çokça putlaştırılan lider kişilik de aslında bu paradigmanın içinden doğal olarak sivrilir. Bu arada paradigma filizlere de ayrılabilir ki, düşünsel ahlâkı reddetmemiş toplumlarda buna tahammül etmek meziyetten sayılmaz.  

Bu türden süreçler Fransa’da Jakoben, Rusya’da Narodnik, Osmanlı’da Jön Türk diye bilinen nesilleri ortaya çıkarttı. Bizdeki neslin kendine has ilerleyişi sonucunda ortaya çıkan o müthiş damıtma numunenin kim olduğunu söylememe gerek yok sanıyorum… O en kusursuz son mahsul, bu büyük milletin tarihinde ve belleğinde hak ettiği yeri almıştır.

Demokrasiye gelince… Zekânızla dalga geçme edepsizliğinden uzakta durup demos kratos geyiklerini bir kenara bırakıyorum. Demokrasi, bir yerde yaşayan halkın, yaşadığı ıstıraba son vermeye karar verip zalime baş kaldırmasıdır. Gasp edilmiş hakkını bir biçimde geri almasıdır. Ve mücadeleyi meşru zemine oturtup zalime haddini gerçek anlamda bildirmesidir. Geriye kalan, bu haklı ve şanlı mücadelenin gelecek nesillere doğru aktarılmasından ibarettir. Bu tanıma bakılacak olursa, Anadolu’da yaşanmış en mükemmel demokrasi örneği aslında, 1919–1938 Türk Devrimidir. 
Haliyle, yok efendim çok partiyle, yok efendim zırt partiyle demokrasi olur görüşü karşısında gülüp geçeriz. İçi boşaltılmış lümpence tepkilere ise, “Demokrat senin babandır!” cevabını yapıştırmak bence vacip kaçar.

Bu noktada erken bir toparlama yapacak olursak, siyasî partilerin demokrasinin vazgeçilmez unsurları olduğu tezinin artık ne kadar kof hale geldiğini anlatmak nafile… Zaten bu cümleyi size en çok söyleyecek olanlar da –  işi düşenler iyi bilir – siyasî şubede size yardım ederken mesafeli tavır takınmaya çalışan genç memurlardır. Ne yapsınlar garibim?

Siyaset nedir peki?
Aysun Kayacı desem… Çoban desem… Oy desem…
Üstüne bi’biskrem versem, yine yetmez.  
Bu manken kızımızın başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Belki de zavallının bütün amacı Platon’dan beri devlete dair tartışıladuran bir konuyu gündeme getirmekti. Ama siyaseti bilmemesi onu bir numaralı halk düşmanı yaptı.

Peki, diyelim şöyle buyursaydı manken:
“Benim oyumla bir profesörün oyu bir! Bu haksızlığa gelemiyorum. Oy kullanırken vicdanım rahat değil.”
Bakın, aynı felsefî konu!
Sonuç
: Aysun Kayacı halkın sevgilisi! 
(Yoksa, görüşün doğruluğunu, yanlışlığını tartışmıyorum. Bunu fark ettiyseniz, okumaya devam ediniz).

Siyaset, meramını anlatma sanatından başka bir şey değildir aslında. Ama gerekli donanımlara sahip olmayan, kafasının içindekileri (isterse vahiy gelmiş olsun) hayatla buluşturamayan, etrafında nitelikli ve yüksek ruhlu insanları barındıramayan kişi meramını anlatamaz. Halka ulaşamaz. Ezik bir tavırla suçu başkasına atar. Suçlamadan nasibini ilk alan elbette halktır. Halk onu anlamamıştır. Tabi, bu kişi siyaset adamı değil, adî politikacıdır. Her ikisinin sözlük anlamları aynı ise de bu farkı gözetelim. Siyaset ve devlet adamı, hele bir de devrimciyse iki yumurta üç dirhem çökelekle kar kış kıyametin ortasında Ankara’ya yol alır. Politikacının ise, çok bariz belirleyici bir özelliği vardır: mumu yatsıya kadar yanar!


***


Hâl-i pürmelâlimizin kısa tarihi
Özellikle 1821 Mora İsyanı’ndan itibaren Hazar’ın batısındaki her yerde yoğun Türk soykırımlarının görüldüğü şüphe götürmezdir. Abşeron’dan Tiran Denizi’ne kadar inanılmaz sayıda Türk katledildi, göç ettirildi, ölüme terk edildi… Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü sınırları jeopolitik olarak dayanılabilecek en güdük ve nihaî sınırlardır. Bugünkü dar Anadolu ve Güneydoğu Trakya, geçen zaman içerisinde Kafkaslardan, Balkanlardan, güneyden ve kuzeyden kaçıp kurtulabilenlerin akıp biriktiği bir hunili kap işlevi gördü. Fakat sığınmak çare olmadığı gibi, yok olmanın eşiğini bile yaşadı bu halk. Dahası bizler; sürekli, kesintisiz, her yönden ve her biçimde gelen saldırılara maruz kalan, sığındığı yerde bile rahat yüzü görmemiş insanların, güç belâ kefeni yırtmış olanların çocuklarıyla bugünlere vardık. Çiçek gibi açıldığımız 1923’te bile, 1915’te çiğnenen, heder edilen güzelliklerin yokluğuyla boynumuz büküktü aslında.Uğradığımız katliamların şiddeti ve etkisi öyle sarsıcı oldu ki, kültürel kalıtımda kopukluklar meydana geldi. Habur’dan İpsala’ya, kapı eşiğinden TBMM’ye, yaşamakta olduğumuz abukluklar silsilesinin en büyük sebebi aslında bu. 

Neyi kastediyorum? Farkında mısınız, hiçbir iddiası olmayan
kutu binalarda yaşıyoruz. Bir aralar binaların güya araç garajı olması gerekiyormuş ama cüzi miktarda cezaları ödeyen müteahhitler bu külfetten (!) kurtulmuş. Sokakları insanlar değil, arabalar işgal ediyor, malûm…

Fırıncımız ekmek koyacağı poşeti açmak için parmaklarını diliyle ıslıyor. Güvenlik görevlisi dedektörde öten çantanızı işaret edip, içinde ne olduğunu size soruyor.

Hani, fiş de almasan meselâ…

Anarşis
t öğrencilerimiz kurban bayramı tatilinde eylemi bırakıp memlekete koşuyor, komünistimiz Marlborosundan vazgeçemiyor, İslâmcımız kendini kâr payı ile kandırıyor… Türkçümüz zaten, maşallah internette otağı kurmuş, dört nala bozkırın altını üstüne getirir durur! Açıkçası uzunca bir süredir her şeyin en koftisi bizde…

Bu ülkenin tuvaletleri berbat halde! İnsanın, acziyetin doruklarında savunmasız kaldığı o daracık dört duvarda bile bir şeyler ters!

Çok da öyle ne yaptığımızın farkında olamadık pek. Bir çocuk yuvasında dönen pislikler ifşa olunca o şehir utancından sessizliğe gömüleceğine isyan ediyor. Kime? Neye? O çocukları terk edenler kimlerdi?

Yaşamasını diyorum, bilmiyoruz! Yaşadığımız hayata kıymet de vermiyoruz. Aile yaşamından tribündeki hallere kadar fena halde sersemlik içindeyiz. Bakışlardan kıl olup toplu halde adam dövecek şekilde büyüyen çocuklar neyin huzurunu yaşayacak ve yaşatacak?
Neden mi böyle? Katliamın travmasından kurtulabilmiş değiliz.

İç karışıklıkları, seyrek saldırıları geçiyorum, Britanya adası herhalde 1000 yıldır istilâ edilmedi. Sıradan bir İngiliz’in 200 yıllık bir evde oturması olağandır. Panayır yerinde
dedesinin dedesinden kalma Viktoryen dönem porselen bir tuzluğu doğru fiyattan satmak için normal koşullarda yetişmiş olması yeterli. Bu onun yetişme kültüründe var. Zaten bu tip sergi/müzayede işleri orada mahallî sayılır. Oysa, bizim topraklarda aile hatırasından iz kalmamış gibidir. Komşulardan biri Yunan’la, öbürü Fransız’la, bir diğeri Rus’la işbirliği yapıp daha ne olduğunu kimse anlamadan o eve girip kadın çocuk kimi bulduysa katledip yağmaladı! Soy sop kurudu, bahçe bostan dağıldı…

Eh, bizde vaftiz müessesesi de yok. Doğan çocuğun ismi mümkünse eğer, evdeki mushafın boş sayfasına yazılmış. O mushaf da yandı gitti onca fel
âketin içinde… Önemli bir aileden değilseniz 19. asır başlarına kadar şecereyi ortaya koymak büyük şans!

Müthiş bir dirayetle ayakta durduk ama bunun çok ağır bedelleri de oldu.

Bugün, kendimize has sakatlıklarımız küresel kapitalizmin sokuşturduğu yozlukla başarılı bir şekilde harmanlanmıştır. Feysbukta Hz. Peygamber’in mührünü paylaşmayan kâfir, Türk Bayrağı’nı beğenmeyen haindir!
Hâlimiz hep olağanüstüydü ve hayata karşı duruşumuz daima “teyzeye evet de”, “adım şu de”, “teşekkür et abiye” dürtmeleriyle biçimlendi. Bizden öncekilere verilmediği gibi, bize de kendimiz olma şansı çok tanınmadı. Öylesine tanınmadı ki, o hakkı isterken yaşanan abuk sabuk sıkıntılar ömürleri törpüledi. Bu kadar ağır bir sıkışma duygusu hayatın her alanında aşırılıkla telafi edilir oldu. Tabi, bunun sonu gelmez… Oysa, özgürlüğün anahtarı özgün olmaktır.

Ne var ki, bunca yanlış ve sapma sebep değil, sonuç. Şikâyet edip dertlenmeyi, kafası bir şeylere basmaya yeni yeni başlayan sivilceli ergenlere bırakın…

***
Kural 1: Sakın panikleme!
Kural 2: Sakın pinekleme!

Cehalet okumamışlık değildir. Bilgisizlik de değildir. Cahil insan, bir bakıma insan değildir. Bazı insanî melekelerden yoksundur. Utanmaz, vicdana gelmez, çiğ yaşar… Sakınma dürtüsü de yoktur. Ve maalesef, yetişkinlik öncesi belli bir yaştan itibaren bu artık onun kaderi gibidir. Bazı duyarlılıklar dışında kalp ve zihin mühürlüdür. Suçlanacak en son kişidir. Belki cennet-cehennem sınavından bile muaftır. Bu son cümlede iddialı değilim. Kesin olan, cahiller davanızı gerçek anlamda paylaşmayacaklardır. Sürüklenmekten başka çareleri yok. Eşiniz, dostunuz, sevdiğiniz olabilirler elbette. Ama iş düşüncelere geldi mi kendi hallerine bırakın. 
Bana kalırsa en iyi başlangıç, öncelikle aynaya bakıp özünü sorgulamak, yargılamaktır. O vicdanı çalıştıracak olan ise, ahlâk, ahlâk, yine ahlâk, hep ahlâk!.. Ve en üstte tutulması gereken düşünsel ahlâk… Bu da yine, özüne dönüp iç hesaplaşma yoluyla ve özünde anlaşılacaktır.

Burada konuyu biraz dolandırıp mim koyduğum yere döneceğim…
JRR Tolkien, ünlü İngiliz dilbilimci ve yazar. İyi bir edebiyatçıdır. “Hurin’in Çocukları”nda beni ağlatmayı başarmıştır. Tolkien’in ömrünü vakfederek yarattığı Orta Dünya mitosu coğrafyasıyla, tarihiyle, ırklarıyla, soylarıyla ve dilleriyle baş döndüren bir âlemdir. Bu dünyada insanlar, elfler, cüceler, hobbitler, orklar, uruklar yaşar. İnsanlar, bildiğiniz insanlar işte… Ama Elfler? Tolkien’in Elfleri ölümsüzdür. Ya kederden, ya da bir başkasının elinden ölürler… Her bakımdan en üstün medeniyet onlarınkidir. Letafet ve terbiyede üstlerine yoktur. Yaratılan kurgunun üçüncü ve son çağına kadar Orta Dünya’ya Elfler hakimdir.

(Bu arada, Güney Afrika doğumlu Tolkien tipik bir Batılı ırkçıdır. Tolkien’i, Elfleri ve insanları aynı evrende yaşatmaya götüren şey tam da onun bu sömürgeci
-ırkçı kültürünün uzantısıdır. Elf ırkını insan ırkının elinden tuttururken, Doğuyu hayvanlaştırmadan aşağılamanın kıvrak yollarına taşlar döşemiştir. Hatırlanacak olursa, Yüzüklerin Efendisi üçlemesi film yapıldığında devşirme medya olağan dürtüleriyle Orta Dünya’daki en aşağılık ve habis topluluk Ork ve Urukları Türklere benzetmekten geri durmamıştı. Oysa, Elflere atfedilen özellikler bütünüyle Türkleri anımsatır).

Kendi krallıklarında dost insanlara beylikler veren Elfler dediğim gibi ölümsüz. Bunların belki en meşhuru
Glorfindel, Orta Dünya’da en uzun süre yaşayan Elf beyi… Ben diyeyim 6000, siz deyin 7000 yıl bilinen ömrü var… Şimdi hayal edin. Bu adam ömrü boyunca insan dostlar edinmiş. İnsan beyler, insan krallar, insan savaşçılar… Ömrünün her deminde aynı soydan insanların her kuşakta aynı riyakârlığa, aynı tamahkârlığa düştüğünü görüyor! Aynı hatalar, aynı kıskançlıklar, aynı küçük düşünceler, aynı ahlâksızlıklar, aynı iğrençlikler, aynı zaaflar, aynı kederler… İnsan 70 yıllık ömründe hayatı çözemiyor, düşüyor, kalkıyor, bocalıyor ve doğru düzgün bir şeyler bırakamadan, ne olup bittiğini bile tam anlayamadan ölüp gidiyor. Ama Elf öyle mi? 300 yaşında evlenmeyi aceleye getirilmiş sayıp belki 200 yıl nişanlı kalıyor. Hayatı ağırdan alma şansı var. O kadar derin bir idrak içinde ki, böbürlenip insanları küstürmekten imtina ediyor, çağlar boyu onlara öncülük ediyor. Sabır küpü, sebat abidesi, ahlâk timsali, ayaklı kütüphane mübarek! Sıkılmıyor da…  

Dil, tarih, coğrafya!.. 
Lütfen, bu üçleme kıymetli bir şeyleri anımsatmış olsun. (Evet, Gollum’un aklını başından alan ‘kıymetlimisss’…) Hemen herkes nereye varacağımı anladı aslında. Öncelikli olarak bu üçlüye sahip çıkmayanın işi yaş. Kısa ömürlü biz insanlara çağların olgunluğundan pay veren ilimdir, fendir. Aslında atalardan yadigârdır. Bina, hazine, yay, ok… Bunlar ikincildir. Gidin, Vatikan’da bir papazla görüşün. Polonyalı, Alman, Hırvat olmasının hiçbir önemi yok. Aslında konuştuğunuz kişi, Hıristiyan ilâhiyatının kurucusu Pavlus. Adam yaşıyor! Hem de 2000 yıldır! Putin’le görüşün. Bildiniz, Büyük Petro… O da henüz 350 yaşında.  Örnekler çoğaltılabilir. 


Gelelim bize… Atatürk, Kanunî, Fatih, Timur, Cengiz, Babür, Kül Tigin, Mete, Oğuz… TÜRK!
Türk kaç yaşında? Onu geçtim, yaşıyor mu halen? Yaşıyor muyuz? Ne kadar yaşıyoruz?
Nasıl yaşıyoruz?
Gerçekte müşkülpesent, tembel, geveze ve ukala olduk çıktık. Matematik problemlerini verilenler ve istenenler olarak ele almayı sağolsunlar öğrettiler bize. Ama bunu hayata geçirmesini pek bilmiyoruz. Taşıdığımız kimlik, toprak, aile, kültür... Verilenlerle elbet gurur duyacağız. Peki istenenler? İşte burada dava adamlığının, bir başka deyişle neferliğin ahlâkıyla tanışıyoruz. Nefer, elindekileri hak etmeye gayret eden kişidir. Bir ülkemiz var, iyi kötü bir eğitim gördük, az çok gelirimizle yaşar gideriz. Ya sonrakiler? Neferin derdi gelecektir. Ve ahlâkın bir özelliği daha vardır. Reddedenlerin sırtından iner, gönüllü olanların sırtına biner. İşte, gerçek nefer bu fazladan yükü de sırtında taşır.
Doğuştan kazanımlarımız muhakkak bizimdir. Ancak, tek başına doğa bile her şeyi bozulmaya, çürümeye, silinmeye zorlar. On karış bostan, yan gel yat Osman olursak adımız miras yedidir. Ne var ki, acele işe de şeytan karışır. Medeniyet bir bayrak yarışı ise, kısa ömrümüzde gözlerimizi kapatmadan şunu bunu göreceğiz hararetinden uzak kalalım derim. Her hıyarım var diyene tuzlukla koşmak sorunsalı ise, bu yazıya sığmayacak genişlikte. Geçiyorum.
Türkiye’de medya, yakın tarihi doğduğu yıldan başlatan gerzekler, lâfı “1920’de niye Ankara komünü ilân edilmedi”ye getiren ahmaklar, düştüğü pisliğin içinde debelenen tavuklar ve muhalif kanaat önderi pozlarında yancılıkla geçinen yüzsüzler konusunda gayet zengin bir yelpazeye sahip. İbret almamak mümkün mü? İnsanın en büyük düşmanı nefsidir. Ona sakın yenilmeyin! Nefer olarak bizlerin görevi, geçmişten alabildiğine bayrak teslim alıp geleceğe teslim etmektir. Türk bizden ibaret değildir. Varlığımızı armağan ettiğimiz koskoca bir değerler bütünüdür. Nefsine yenilenler hep aynıydı. Kırıntı kıt bilgilerle ama müthiş de bir cahil cesaretiyle bir yandan çuval çuval incirler berbat edildi, öbür yandan her kaybın sonrasında olduğu gibi örgütlü olma potansiyeli törpülendi. Oysa, nefer sıra nöbetiyle neferdir. Onun ahlâkı maceracılığı kabul etmez. Kısa bir ömür vardır. Doğru anlamak, doğru yaşamak ve o güne iyi hazırlanmak, bu arada gelecek nesilleri hazırlamaktır önemli olan. O zaman hak ederiz. Ve vicdanlar o zaman huzur bulur.
“Okut, öğret ve nihayet,
Yurda yarar bir insan et.”
Yaşananlar yaşandı, olan oldu, giden gitti... Eldeki sonuç: Türk, yıkıcı ve bölücü sömürü sistemine örgütsüz, kopuk ve dağınık yakalanmıştır. Tıpkı Hocalı’da, Kerkük’te, Batı Trakya’da olduğu gibi... Bir miktar örgütlü olabildiği yerlerde ise, savaşarak kaybetmiştir... Ama bu kez hiç de öyle sırtımızı dönüp unutmak gibi bir şansımız yok. Artarak üstümüze gelen iç ve dış tehditleri hissetmemek için aptal olmak gerek.
Örgütlenmenin çekirdeğinde ise, en başta mimlediğim mesele var. Okuma-yazma kültürü!

Çocukluğumda elime geçen iki kuruştan birini eğer kitaplara vermeseydim, bugün yapabildiğim işlerin hiçbirini yapamazdım.”

Nefer bilinciyle, nefsine yenilmeden, kendini kullandırtmadan, dikkatle ve sabırla o güne hazırlandı. Hep de hazırdı. Her defasında yapması gerekeni yaptı. Askeri okul sınavına ailesinden habersiz girip kazanırken, Trablusgarp’a gönüllü giderken, Çanakkale cephesine güç bela kendini tayin ettirirken, Bandırma Vapuru’na adımını atarken, sıradan bir nefsi köle edecek onca sıfat ve makamı terk edip kendini milletin bağrına bırakırken... Hep bu bilinçteydi. Hazır olmakla ilgilendi, sırası gelip iş başa düşünce de gereğini çekinmeden yaptı.

Mucize ve şans gibi doğaüstücü ithamlara güldü geçti.
Dengesizce zemin değiştiren inançsızların ağzıdır bu. Başta şiddetle karşı çıkanlar şimdi de yalakalık sırasındaydı. Elbette prim vermedi.
Mustafa Kemal Atatürk, Türklük silsilesindeki ölümsüz yerini işte böyle aldı. Ve bu uçsuz bucaksız Turan ulusu, adının anıldığı her yerde sayısız Atatürk’leri, Fatih’leri, Mete’leri, sayısız Kürşad’ları, sayısız Huban Arığ’ları ve Tomris’leri halen bağrından çıkartabilir.
En başa dönelim.

Kutsal Roma Cermen İmparatoru Frederick Barbarossa’nın ordusunda III.Haçlı Seferine katılan Ansbert, bu topraklardan bahsederken
Lâtince kaleme aldığı günlüğüne “Turchia” diye not düşer.

Kim yapmış, adını koymak kime kalmış? Hadi bakalım...




OZAN PEKGÖZ

ozanpekgoz [*] gmail.com